3 Aralık 2016 Cumartesi

ERKEN DÖNEM HRİSTİYANLIK FELSEFESİ TEMEL KAVRAMLARI ÜZERİNE

 

ERKEN  DÖNEM  HRİSTİYANLIK FELSEFESİ TEMEL KAVRAMLARI ÜZERİNE

Erken Dönem Hristiyanlık öğretisine sistemli bir birlik ve bütünlük kazandıran, Hristiyan inançlarını bilimsel bir sistem içine yerleştiren, dolayısıyla Hristiyan dogmasını kesin olarak kuran Augustinus olmuştur.

Augustinus'un bütün düşünceleri iki konu üzerinde toplanır: Tanrı ve Ruh konularında. Ona göre araştırılmaya, bilinmeye değer olan yalnız bu iki konudur. Bunların dışında Tanrı ve ruhun Tanrı ile ilişkisi dışında  kalan bütün konuların, örneğin tabiat bilgisinin başlı başına bir değeri yoktur; bunlar insanı sadece kibre vardırırlar.

Her bilgi Augustinus veya St. Augustin'e göre, kesinliği ile ruha huzur ve esenlik sağlayan doğru'yu bir aramadır aslında. Bu huzur ve esenlik de ancak insanın kendisini Tanrı'ya tam olarak verişi ile elde edilebilir.  Tanrı'da huzura kavuşuncaya kadar huzursuzdur gönlümüz. Gerçi Tanrı bilgisine Platon ile onun izinde yürüyenler de yaklaşmışlardır; ama bu konuda tam ışığa, ancak Kutsal Kitaptaki açınlamada, vahiyde ulaşabiliriz. İnsan, doğru'yu ( hakikati ) kendi ruhunda ve Kutsal Kitapta arayabilir; doğruyu ancak bu iki kaynaktan devşirebilir ve Tanrı'nın ne olduğunu da, özünü de Tanrı örneğine göre yapılmış olan kendi ruhundaki bir arındırış ile en iyi kavrayabilir- kavrayabildiği kadar. Nasıl ruh birdir ve hem de bedenin her yerindedir; bunun gibi Tanrı da birdir, her an her yerdedir.

          Tanrı'nın biricik varlığı karşısında yaratıkların "hiçliği", en açık olarak, Tanrı'nın zaman dışında öncesiz-sonrasız oluşuna karşılık yaratıkların zaman içinde önceli-sonralı oluşlarında görülebilir.           Zaman  içinde bulunan yaratıklar "hiç" tirler, çünkü zamanın kendisi "varlık" ile "yokluk"un bir karışımıdır: Zaman , pek bir boyutu olmayan "şimdi" ile, artık var olmayan  "geçmiş" ve daha var olmamış olan "gelecek" arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama ve bekleme şeklinde var olabilen bir şeydir.( Zaman yaşantısının bu analizi , St. Augustine felsefesinin en derin başarılarından biridir. 

Tanrı evreni özgür iradesiyle yaratmıştır; insanı da özgür olarak yaratmıştır başlangıçta. Ama, ilk insan olan Adem bu özgürlüğü ile günah işlemiştir. Yalnız iştahları yüzünden değil, Şeytan gibi, kibri yüzünden de. Bununla da insan Tanrı'dan kopmuş,  düşmüştür. Bu "düşme" ile de, günah ortaya çıkmış ve Adem'in soyundan gelen bütün insanlara bu "İlk Günah" bir veraset olarak geçmiştir. Bu "soydan gelen günah" da insandan "günah işlememe yeteneğini" almıştır; insan artık günah işlemeden edemez  olmuştur,  insanın iradesi "kötü"ye yönelmiştir bu düşme yüzünden.  Bu yönelişten insanı, ancak, yine Tanrı'nın inayeti  kurtarabilir.

Bu anlayışıyla Augustinus, sapkın bir görüş saydığı Pelagianizm'e karşı şiddetle savaşmıştır. Pelagius adlı İrlandalı bir keşişin kurduğu bu Hristiyan tarikatına göre, "soydan gelen günah" yoktur. İnsan kendi özgür iradesi ve tabii yetenekleriyle iyi ve mutlu olabilir; iyi ve mutlu olabilmesi için, insanın ayrıca Tanrısal inayete ihtiyacı yoktur.  Pelagius 400 yılı sıralarında yaşamış olan bir keşiş.

Augustinus bir de kendisinden önceki Kilise babalarının en önemlisi olan Origenes'in, Şeytan ile takımı da içinde olmak üzere, bütün düşmüş ruhların sonunda Tanrı'ya dönecekleri anlayışı ile biteviye tekrarlanan dönümlü yani periodik bir düşme-kurtuluş süreci olduğu görüşüne karşı çıkmıştır.  Ona göre, ceza, cezalandırılanın yararınadır; onun düzelmesi arınması içindir; ayrıca da ceza Tanrısal adaletin  kendini bir göstermesidir, dile gelmesidir. Nitekim kurtulmuşların inayete ulaşmaları da, Tanrı'nın iyiliğinin bir görünmesidir.İnsanlardan bir takımının kurtulması, bir takımının lanetlenmesi ,    Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir ( praedestinatio ).  Zaten Tanrı'nın , oğlu İsa kılığında isteyerek insan olması, zamanı gelince "seçilmişlere" kurtuluşu getirmek içindir. Kendisiyle birlikte yaşayacak olan "kurtulmuşları" Şeytan'ın takımından ayıracak  -kıyamete kadar sürecek olan- süreci başlatmak içindir.

Bu son düşüncelerde Augustinus'un büyük başarısı olan "tarih felsefesi"ne değinmiş oluyoruz. Augustinus, bir bakımdan, tarih felsefesinin  kurucusu da sayılır. Antik Felsefe daha çok bir kosmos felsefesidir. Bu felsefede tarihin  dönüp dolaşıp geri dönen, boyuna tekrarlanan dönümlü bir süreç olduğu yani çember teorisi anlayışı ağır basmıştır.                                                                                            Tarihin bir defalık olan, bir daha olmayacak, bir daha tekrarlanmayacak olaylardan kurulu bir süreç olduğu görüşünü, bu gerçek tarih bilincini getiren Hristiyanlık olmuştur.  Bu yöndeki düşüncelere ilkin Gnostiklerde rastlıyoruz. Ama, bu anlayışı sistematik olarak ilk geliştiren Augustinus' tur. Ona göre, insanın günah yüzünden düşmesinden başlayarak, İsa Mesih'in görünüp insana kurtuluş yolunu açmasından geçerek, bu yolun sona ermesine kadarki süreç, bir defalık tarihi bir oluştur.

          Bu tarihi olayı Augustinus, "Civitas Dei" ( Tanrı Devleti ) adındaki ünlü eserindeanlatır. Bu eser, Antik Çağ Hristiyanlığının en büyük ve son savunmasıdır ( Apologia ).  Çünkü eser, Roma'nın Gotlar tarafından alınıp yağma edilmesinin ( 410 ) yarattığı dehşet içinde yazılmıştır. Bu felakete, eski tanrılardan,  polytheismin tanrılarından yüz çevirmenin, dolayısıyla Hristiyanlığın yol açtığı ileri sürülmüştü. İşte, "Civitas Dei" bu iddialara karşı çıkmak, onları çürütmek için yazılmıştır.

          Eserin ana düşüncesi şu: "Tanrı Devleti" -idesi bakımından- gelecekteki Tanrı Ülkesinin bütün yurttaşlarından  kurulacaktır. Buna karşı olan "Yeryüzü Devleti" ( Civitas Terrana ) ise, Şeytan'a -kötüye- boyun eğmiş, uymuş olanları kapsayacaktır. Yeryüzünde gelip geçen insanlık tarihi de, bu iki devletin - " Tanrı'nın Devleti " ile " Şeytanın Devletinin " ( Civitas Diaboli ) gitgide birbirlerinden ayrılmalarını sağlayan süreci gösterir bize.  Amacı da: Tanrı'nın eğitimi altında Tanrı ülkesini hazırlayan     -gelip geçici ve eksik de olsa -  bu ülkeyi yansıtan bir yeryüzü topluluğu kurmaktır.                                                           Bu düşüncesiyle Augustinus, Hristiyan Kilisesinin anlam ve görevini teorik olarak temellendirmektedir. Nitekim bu düşünceyi benimseyen Ortaçağ Hristiyan Kilisesi,  kendisini "Tanrı Devletinin" yeryüzündeki temsilcisi ve yansısı saymış; kendisine "Tanrı Sözü" ile "Tanrısal İnayeti" bu dünyada yönetmek görevinin verilmiş olduğuna inanmıştır.

     Augustinus, ayrıca, ruhun gelişmesinin de tarihteki oluşun dönemlerine paralel olduğu düşüncesinde. Ruh, Tanrı buyruğuna içgüdüsel bir davranışla karşı gelmekten ( İlk Günah )  başlayarak, bu buyruk üzerinde tam ve açık bir bilgiye  -Kutsal Kitaptaki açınlamaya- ulaşan;   başka bir deyişle: Günah içindeki azaptan geçerek, inayete uzanıp sonunda Tanrı'da huzura kavuşan bir gelişme geçirir.

     Augustinus'un birtakım karşılıklar, andırışlar ( analogia'iar ) ileri sürmekte olduğu görülüyor:                     1. Tanrı'nın özü ile ruhun yapısı arasında;  2. Tanrı Devleti ile yeryüzündeki ideal toplum arasında;         3. İnsanlık tarihinin oluşu ile ruhun gelişmesi arasında bir karşılılık var.

     Hristiyanlığın inançlarını bilimsel bir sistem olarak derleyip toplayan, Kilisenin anlam ve görevini temellendirmek için  kavramsal araçlar ortaya koyan Augustinus'un, Hristiyan dogmasına şekil veren, bundan böyle Hristiyanlığın temeli diye kalacak başlıca düşünceleri şunlar olmuştur diyebiliriz: 1.Yaradan ile yaratık arasında özce aşılmaz olan bir başkalık vardır. 2. Tanrı ile yalnızlığı içindeki tek ruh karşı karşıyadırlar ve kurtuluş ruhun içinde olup biten reel bir olaydır.                                                      3. Evren süreci bir defalık tarihi bir oluştur.

 

Erken dönem Hristiyanlık veya başka bir deyişle Kilise felsefesi - Patristik Felsefe -  bütünüyle,            Platonismin damgasını taşır; Yeni-Platonculuğun  bir sürüp gitmesi, onun bir kolu gibidir. Platonismde hep dini bir tutum ağır basar. Bu çığırda bilmek, dönüp dolaşıp sonunda Tanrı'yı bilmektir. Burada hakikati doğruyu özlemek, Tanrı'yı özlemektir,  Tanrı'yı bulmanın mutluluğudur; Tanrı'da yok olup kendini ortadan silmedir.

 

 

FK

 

   

 

 

1 Aralık 2015 Salı

Kazuo Ishiguro ve Noktürnler

                                            NOKTÜRNLER

Kazuo Ishiguro'nun "Noktürnler" adlı kitabından bahsetmek istiyorum. Yazarın ilk öykü kitabı ve çok keyifli ayrıntılarla bezenmiş,  hayata dair, müziğe ve müzisyenlere dair bir çok şey var. Kitap adeta beş öykülü bir beste gibi... 

Kazuo Ishiguro, bilindiği gibi Japon asıllı bir İngiliz yazar.  1954 yılında Japonya'nın Nagazaki kentinde doğan Ishigiro, beş yaşındayken ailesiyle birlikte İngiltere'ye geldi.  1981 yılında üç kısa hikayesi yayınlandı ve o tarihten itibaren sadece yazdı.  1989'da yayımlanan üçüncü romanı "Günden Kalanlar" ile prestijli Booker Ödülü'nü kazanan Ishiguro'nun Beni Asla Bırakma adlı romanı Time dergisi tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesinde gösterildi.  Bu yıl yayımlanan "Gömülü Dev" adlı romanı ise yılın en büyük edebiyat olaylarından biri olarak kabul edilirken bugüne kadar edebi romanlar yazan Ishiguro'nun ilk kez fantastik edebiyatın ögelerini kullanmasıyla da tartışmalara neden oldu.

Bugün çağdaş edebiyatın en önemli isimleri arasında sayılan Kazuo Ishiguro, belki müzisyen olamadı  ama müzikle bağını hiç koparmadı. Amerikalı caz müzisyeni Stacey Kent'le tanıştı, onun için şarkı sözü ve albüm tanıtım yazıları yazdı. 2009'da tamamladığı ilk öykü kitabı "Noktürnler:  Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler " de müzik ve müzisyenler üzerine. Noktürn, kelime anlamı olarak Batı müziğinde geceden esinlenen ya da geceye çağrışım yapan beste türü olarak özetlenebilir.

Ishiguro, kitapta yer alan beş öyküde müzisyenleri ve müziği yaşamının merkezine koymuş kişileri konu alıyor. Gün batıyor müzisyenlerin umutları, kaygıları, hayal kırıklıkları, tutkuları gün yüzüne çıkıyor.  Hikayelerin geçtiği coğrafya da birçoğumuzun gençlik anılarını canlandıracak nitelikte İngiltere'nin kırsal tepelerinde, yemyeşil kırlara bakan kafeler veya çay salonlarında, kimi zaman Londra'nın merkezindeki parklar veya sokaklarda geçen gündelik hayatın incelikli bir anlatımı gibi.

Derlemenin ilk öyküsü Aşk Şarkıcısı'nda kahramanımız Venedik'te San Marco Meydanı'ndaki kafelerdeki  orkestralarda çalan Jan adlı bir gitarist. Bir öğleden sonra orkestra orkestra  Baba filminin  tema müziğini tam dokuz defa çaldığını hatırlıyor. Yine bir gün eşi ile İtalya'ya gelen ünlü müzisyen Tony Gardner ile karşılaşıyor. Gondol kiralayıp kaldıkları otelin penceresinin altına giderek eşine serenat yapmaya hazırlanan Gardner, Jan'dan kendisine eşlik etmesini istiyor. Çocukluğunun geçtiği  komünist Polonya'da annesiyle plaklarını dinledikleri müzisyene yıllar sonra eşlik etme fikri Jan'ı elbette çok heyecanlandırıyor. Gecenin sonunda Bayan Gardner'ın hıçkırıklarını duyan Jan, yaşlı çiftin arasındaki sönmeye yüz tutmuş aşkın tekrar alevlendiğine inanıyor ve "Becerdik Bay Gardner . Evet becerdik, onu kalbinden yakaladık" diye fısıldıyor. Ama sonrasında olaylar hiç de tahmin ettiği gibi gelişmiyor.

Kazuo Ishiguro'nun öykülerini okumak gerçekten çok keyifli ve aynı zamanda heyecan verici. Müziği yaşamın merkezine koymuş kişilerin iç dünyasına girmek de...

Kitap Yapı Kredi Yayınlarından çıkmış ve çeviri Zeynep Erkut'a ait.

Füsun Kankat                                                  

 

 

 

 

 

 

 

 

7 Nisan 2015 Salı

Kitaplar ve Okumak Üzerine

KİTAPLAR  VE  OKUMAK  ÜZERİNE  GÜZEL SÖZLER

 

"Kitap sessizliğin çocukları ve yalnızlığın yapıtlarıdır."

                                   Marcel Proust

"Kitap ruhun ilacıdır."          Japon atasözü

"Boş çuval ayakta dik duramaz."        Türk atasözü

"Gençken bilgi ağacı dikelim ki, yaşlandığımız zaman gölgesinde barınacak bir yerimiz olsun."                                                      

                                    Lord  Chesterfield

"Allah'ım!  Bana kitap dolu bir evle çiçek dolu bir bahçe nasip et."                Konfüçyüs

"Bir insanın karakterini anlamak istiyorsanız onun okuduğu ve güldüğü şeylere bakın."      J. K. Banos

"İNSAN, ÖĞRENMEYİ BIRAKTIĞI GÜN YAŞLANIR. "                     Henry  Ford

"Bir zamanlar 'Mein Balıkçısı diye, talihi ile meşhur bir adam varmış.  Mein kıyılarında balık pek az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş.                    Adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan olmuş.  O kadar ki birinin fazla talihli olduğunu anlatmak için "Mein  Balıkçısı gibi talihli" demek adet  haline gelmiş.                                                                Günün birinde balıkçı ölmüş.  Cenaze için evine gelenler, Mein Balıkçısı'nın evinde balık ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretle görmüşler; adamın balık avından neden boş dönmediği  o zaman anlaşılmış.

"Bir yıl sonrası ise düşündüğün, tohum ek.

Ağaç dik, on yıl sonrası ise tasarladığın.

Ama düşünüyorsan yüzyıl ötesini, halkı eğit o zaman.

Bir kez tohum ekersen bir kez ürün alırsın.

Bir kez ağaç dikersen on kez ürün alırsın.

Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen milleti.

Birisine bir balık verirsen, doyar bir defalık,

Balık tutmayı öğret, doysun ömür boyunca. "                       Kuan - Tzu

 

SOKRATES' den  :

"Kime eğitimli diyeceğim? Ben,  öncelikle koşullar tarafından yönetilmek yerine onlara egemen olan, her fırsatı yiğitçe karşılayan ve zekice hareket eden, tüm iş ve ilişkilerinde onurlu olan, huysuz kişilere ve olumsuzluklara iyi yaklaşan, ayrıca zevklerini kontrol altında tutan ve talihsizliklere boyun eğmeyen,  başarıyla şımarmayan insanlara eğitimli derim."

                                                                                                                  Sokrates

"En büyük üniversite, iyi kitaplardan oluşan bir koleksiyondur."               Charles  Jones

 

"Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı insanlar ise ondan faydalanırlar."

                                                                                                                               Francis  Bacon

 

" İnsan  öğrenmeyi bıraktığı gün yaşlanır."

 

 

 

F. K.   

 

Doğu ile Batı'nın Kadim Sentezi

DOĞU  İLE  BATI'NIN  KADİM  (qdm)  SENTEZİ

Hellen söylencelerine göre ;  Kenan Ülkesi'nin kuzeyinde Sidon'da oturan Filistin Kralı Agenor'un  Europe adında güzel bir kızı vardır. Zeus, bu güzel kızı boğa kılığında kaçırınca Kral Agenor da oğlu Kadmos'u  kızkardeşini  bulmakla görevlendirir.  "onsuz dönme Filistin'e" der oğluna.

Filistin Kralı Agenor'un oğullarından Kadmos, kızkardeşi Europe'yi bulamaz ve babasının "onsuz dönme" emrine uyar, geri dönemez ülkesi Filistin'e.  Danıştığı Delphi kahininin dediği gibi, izlediği ineğin çöktüğü topraklarda, Orta Yunanistan'ın Kadmeia Dağı eteğinde, bir kent kurar. Oraya Thebai adını verir. Mısır'ın Nil kıyısındaki görkemli Thebai'si ile aynı adı taşıyan bir kent.  Orada yerleşir ve Kral Kadmos'un soyu böylece çoğalır. Oidipus'un büyük dedesidir o;  Thebai Kralı Laios'un oğlu Oidipus'un , Antigone de Oidipus'un  öz anası  İokaste'den doğma büyük kızıdır.

İ.Ö. 15 - 13. yüzyıllar arası  süreçte  Akha Hellenleri kent devletlerinin en güçlüsü olarak öne çıkan  Thebai'de Filistin Kral  soyunun boy boylaması  eskiçağ bilimini, mitsel söylencelerin içeriğinde tarihsel bir gerçeğin okunabileceği yönünde düşündürmüş; görüşler, Kenan diyarı ile Thebai halkları arasında var olan kültürel ilişkilerde, Orta Yunanistan'a doğru kalkan  bir Filistin göçünün varlığında odaklanmıştır.

Kadmeia'da gün yüzüne çıkan İ.Ö. 14.yüzyıldan "Doğu" ürünü silindir mühürler,  Kadmos adının etimolojik olarak  Sami dilinde "önce, doğu,eski" anlamındaki qdm'den köklenmesi gerçeği , bu ilişkiyi destekleyen güçlü belgeler niteliğinde değerlendirilmiştir. Yunan alfabesinin kaynağını oluşturan 'Kadmeia ya da Fenike yazısını  Kadmos'un ya da yandaşlarının Yunanistan'a göçle taşıdığı yönündeki bir Heredot kaydının dilbilimciler tarafından sorgulanmaya değer görülmesi de bu bağlamda önemlidir.

Kadmos'un Thebai  Krallığı'nı kurmasına neden olan kız kardeşi Europe mitosu tek başına, Batı kültürünün yaratılışındaki  'Doğu'yu ve bunun nasıl da "Yunanlaştırıldığı" gerçeğini görmede yeterlidir. O'nun  Zeus tarafından kaçırılışı öyküsü, günümüz Avrupa'sının adıyla yaratılış öyküsüdür çünkü.                     Kadmos'un  yerleştiği Yunanistan'dan ve Zeus'un boğa kılığından çıktığı Girit'ten başlayarak Asya'nın batısındaki topraklara Avrupa adının verilmesi  vardır içeriğinde; Doğu kültürünün Batı'yı adıyla biçimlendirmesi gerçeği vardır. Şimdiki Yunanlılar bunu da politik çıkarlar için kullanmış; kendi            "2 Euro" değerindeki madeni paraları üzerine Europe'nin  boğa biçimine dönüşmüş olan Göktanrı Zeus tarafından  kaçırılışını betimleyerek ve üzerine de "Europe" yazarak, üyesi olduğu Avrupa Birliği'ne, adlarını bile kendi Hellen kültürlerine borçlu oldukları mesajı verilmek istenmiştir.

Aslında çağdaş eskiçağ bilimi bilmektedir ki bu para üzerindeki  boğa, Doğu'da Göktanrı'nın simgesidir. Hititler'de tek başına Göktanrı Teşup'un kendisidir. Sırtında oturan genç kız ise            Filistin Kralı Agenor'un kızı, Thebai Kralı Kadmos'un kız kardeşidir ve de Sami dilinde 'akşam' anlamında bir sözcüktür 'Europe' adı;  yani 'güneşin battığı yer' demektir; 'Batı' demektir.                            Ve Yunanlılar bugün, Doğulu olan bir tanrı resmine ve Doğulu olan bir prenses ismine 'benimdir' diyerek sahiplenebilmektedir ve tüm dünya bu saptırmalara salt 'inanmaktadır'; tıpkı tarihsel gerçeklere karşın,  Makedonya'nın ve İskender'in 'Yunan' olduğuna inandığı (?) gibi inanmaktadır.

 

7 Ocak 2015 Çarşamba

Arkeolog Robertson Smith'in "The Religion of the Semites" adlı eserinde kurban töreninin anlamı ve kaynağı

SAMİ'LERİN  DİNİ  ÜZERİNE

Çok değerli Tevrat yorumcusu ve Arkeolog Robertson Smith, "Samilerin Dini" adlı eserinde, totem yemeği denilen ilginç bir ritüelin daha başlangıçtan itibaren totem sisteminin tamamlayıcı bir parçasını oluşturduğu  düşüncesini  ileri sürmüştü.  Elinde varsayımını destekleyecek MS. 5. yüzyıldan kalma böyle bir eylemi anlatan tek bir belge bulunuyordu.  Kurban olarak , yenilen içilen şeyler sunuluyordu; insanoğlu, kendi beslendiği şeyleri kurban ediyordu tanrısına  et, hububat,meyveler, şarap, yağ. Sadece kurbanın eti konusunda bazı kısıtlamalar ve istisnalar bulunuyordu. Kurban olarak sunulan hayvanlar, aynı zamanda hem tanrı, hem de buna tapınanlar tarafından yeniyordu. Yalnız bitkisel kurbanlar sadece tanrıya özgüydü. En eski kurbanların hayvan kurbanlar olduğu ve bir zamanlar yalnız bu kurban şeklinin bulunduğu kesindir.  Bitki çeşidinden kurbanların kaynağı, ilk çıkan turfanda meyvelerin sunulması olup,  toprağın ve ülkenin efendisine ödenen bir vergiyi temsil ediyordu. Fakat hayvan kurbanlar tarımdan daha eskidir.  Ateşin kullanılması, insanların yiyeceklerinin belli bir tarzda hazırlanmasını mümkün kıldı. Bu da bu yiyeceklere tanrısal varlığın özüne daha yakışır bir şekil, tat ve görünüş veriyordu. Başlangıçta, içki olarak, kurban edilen hayvanların kanı sunulurken, sonraları bunun yerini şarap aldı. Şarap eski insanlarca üzümün kanı sayılıyordu.

Demek oluyor ki, tarımdan ve ateşin kullanılmasından önce en eski kurban şekli, etini ve kanını tanrıyla  tapanlarının ortaklaşa yedikleri hayvan kurbanıydı. Kurban törenine katılanlardan her birinin   önceden belirlenmiş ve düzenlenmiş bir şekilde, yemekten kendi payına düşen parçayı alması gerekiyordu. Kurban, resmi bir seremoni, bütün klanca kutlanan bir bayramdı.  Genellikle din, herkese ait bir görev ve toplumsal bir yükümlülüktü. Kurbanlarla bayramlar, bütün kavimlerde bir arada bulunmaktaydı ve kurbansız bayram yoktu. Kurban bayramı, herkesin sevinçle bencil çıkarlarının üstüne yükselmesi, topluluk üyelerinden her birini tanrısal varlığa bağlayan  bağların açıkça ortaya çıkıp görülmesi için bir vesileydi.  Kurban yemeği, doğrudan doğruya  tanrı ile tapınanların sofradaşlığını  ifade etmekte ve bu sofradaşlık bu iki taraf arasında var sayılan diğer bütün ilişkileri de kapsamaktaydı.  Fakat birlikte yiyip içme eylemine atfedilen bu bağlayıcı güç, nereden geliyor? En ilkel toplumlarda, şartsız ve istisnasız bağlayan tek bir bağ vardır:  klan  birliği ( Kinship )                                                         Bu birliğin üyeleri birbirleriyle dayanışma halindedirler.  Bir Kin, tek tek kişilerden oluşan öyle bir gruptur ki, bunun hayatı fiziksel bir birlik oluşturur ve tek tek kişilerden her biri ortak bir hayatın bir parçası olarak düşünülebilir. Bir Kin üyesi öldürüldüğü zaman :  "filancanın kanı aktı" denmez, fakat "kanımız aktı" denir. Kabile akrabalığını dile getiren İbrani sözü şöyle der: "sen benim kemiklerimin kemiği, etlerimin etisin." Şu halde Kinship'in anlamı şudur:  ortak bir cevherin parçası olmak.              Bunun için Kinship yalnızca insanı doğuran ve onu emziren ananın cevherinden (tözünden ) bir parça olmak olgusuna dayanmaz; fakat, daha sonra yenen ve insanın bedenini korumaya ve yenilemeye yarayan besinler de Kinship'i sağlamaya ve güçlendirmeye yarayan şeylerdir. İnsan, bir yemeği tanrısıyla paylaştığında, onunla aynı tözden  olduğu inancını dile getirmiş olur; ve hiç bir zaman da, bir yabancı olarak gördüğü kimseyle bir yemeği paylaşmaz.

Şu halde başlangıçta kurban yemeği, yalnızca  aynı klan üyelerinin birlikte yemek yiyebileceklerini söyleyen yasa gereğince, klan ya da kabile üyelerini hep bir araya toplayan törensel bir yemekti.

Bizim modern toplumlarımızda da yemek, aile üyelerini bir araya toplar; ama bunun kurban yemeği ile bir ilgisi yoktur.  Kinship, aile hayatından daha eski bir kurumdur. Bizim bildiğimiz en eski aileler, daima farklı akrabalık gruplarından gelme kişilerden oluşur.  Erkekler  başka klanlara mensup kadınlarla evlenirler; çocuklar, ananın klanına katılırlar; erkeklerle ailenin diğer üyeleri arasında hiçbir kabile bağı bulunmaz.  Böyle bir ailede birlikte yenen yemek diye bir şey yoktur. İlkel insanlar, bugün bile ayrı ayrı yemek yerler;  totemizmin, yiyeceklerle ilgili dinsel yasakları, onları çoğu kere çocuklarıyla birlikte yemek yeme imkanından yoksun bırakır.

Şimdi tekrar kurban hayvanına dönelim.  Hayvan kurban edilmeyen bir kabile toplantısı olamaz; ve de anlamlı bir olaydır bu, böyle törensel  vesileler dışında bir hayvan öldürülemez. İlkel  insanlar meyvelerle, av hayvanlarıyla, evcil hayvanların sütüyle besleniyorlardı; ama, bazı dinsel  endişeler, hiç birinin kendi özel tüketimi için, evcil bir hayvanı öldürmesine izin vermiyordu.  Hiç şüphe yok ki, diyor   Robertson Smith, başlangıçta her kurban, klanın kollektif kurbanı idi, ve kurbanın öldürülmesi "tek kişi için yasak bir eylemdi" ve ancak bütün kabile bunun sorumluluğunu üstlenmesi şartıyla mübah olabiliyordu. İlkel insanlarda, bu karakteristik özelliğin uygun düştüğü tek bir eylem kategorisi vardır:  kabilenin ortak kanının kutsallığına zarar verecek eylemler.

Hiçbir kişinin yok edemeyeceği, ancak bütün klan üyelerinin rızası ve katılmasıyla kurban edilebilecek bir hayat, bizzat klan üyelerinin hayatıyla aynı değerde demektir. Kurban yemeğinde bulunanlardan her birine, kurban hayvanının etinden tatmasını  emreden kural, bir suç işleyen kabile üyesinin , bütün kabile üyeleri tarafından  öldürülmesi gerektiğini  söyleyen kuralla aynı anlamdadır.  Başka bir deyişle, kurban edilen hayvan, tıpkı bir kabile üyesi gibi muamele görüyordu; kurban sunan topluluk, onun tanrısı ve kurban hayvanı aynı kandandırlar, tek ve aynı bir klanın üyesiydiler.

Hayvanların evcilleştirilmesi ve yetiştiriciliğin başlaması görünüşe göre her yerde, ilkel zamanların katıksız ve sıkı totemizminin  sonu olmuştur. Fakat bu pastoral dinlerde rastlanan, evcil hayvanlara kutsal  bir karakter atfedildiğini gösteren izler, bu hayvanlarda eski totemleri  teşhis edebilmemize yetmektedir.  Oldukça ileri klasik çağda bile bazı yerlerde, adet , kurban sunucunun, kurbanı sunar sunmaz  sanki bir cezadan kurtulmak istiyormuş gibi hemen kaçıp gitmesini gerektiriyordu.

Eski Yunanistan'da, bir zamanlar bir öküzü öldürmenin gerçek bir cinayet olduğu fikri pek yaygındı.

Atinalıların Bouphonia  bayramında, kurban töreninden sonra , bütün törene katılanların sorguya çekildiği gerçek bir mahkeme kurulurdu. Sonunda suçun  bıçakta olduğuna karar verilir ve bıçak denize atılırdı.