15 Aralık 2012 Cumartesi

TALİHİN GÜCÜ

     TALİHİN  GÜCÜ  ( LA FORZA  DEL   DESTİNO )

Yılın son günlerine yaklaştığımız bu aralık ayında yine görkemli bir opera gecesi yaşadık. Birbirinden değerli bu genç opera sanatçıları kadar ben de Prof. Güzin Gürel’i minnet duygular ile anıyorum daima. Sedat Gürel – Güzin Gürel Sanat ve Bilim Vakfı 20. Kuruluş Yılı Konseri başlıklı bu gecede tam onsekiz eser seslendirildi büyük senfoni orkestrası eşliğinde.  Önemli opera eserlerinden seçilen birbirinden güzel aryaları dinlerken hemen önümde oturan Prof. Güzin Gürel’in desteklediği ve yetiştirdiği genç sanatçıları izlerkenki mutluluğunu ve iftihar ifadesini yüzünden okuyabiliyordum.        Ben, çok sevgili gözdelerim Deniz Yetim, Alp Köksal, Onur Ertür ve Burak Bilgili’yi tekrar dinleyebilmenin tadını  çıkarıyordum. Puccini’nin Manon Lescaut’dan Manon’un aryası “Sola perduta”dinledik Deniz Yetim’den.  Deniz Yetim, Bakü’de yapılan VI. Byulbyul Uluslararası Şan Yarışması’nda bu yılın ‘Grand Prix’ ödülünü aldı. 2013-2014 yıllarında Rusya ve Bakü’de birçok opera, konser ve festivalde yer alacak. Daha bir çok ödül sahibi olan Yetim, ikinci bölümde  Burak Bilgili ile birlikte Verdi’nin “Talihin Gücü” ( La Forza del Destino ) operasından bir düet  “or siam soli” yi söylediler. Maria Callas kalktı ve geri döndü dedim içimden...                       

En çok etkilendiğim anlardan biri de  Hale Soner’in seslendirdiği  Donizetti’nin Lucia di Lammermoor’dan Lucia’nın aryası olan “ Il dolce suono... Spargi d’amore pianto” olağanüstü bir şölendi. Hale Soner, 2004 yılında Siemens Şan Yarışması birincisiydi ve yurt dışında önemli Master Class’lara katılan soprano , 2007’den beri Prof. Güzin Gürel’le çalışıyormuş. Günbatımı renginde göze hitap eden  elbisesi ve ve akıp giden lirik sesiyle bize “mutluluk” sözcüğünün tam anlamını yaşatmış oldu...  Bir Onur Ertür var. İyi ki var!  Gözlerinde zeka kıvılcımları parlayan bu genç adam komik operalarla çıktı karşımıza. Muzur tavırları komedi-tiyatro tarzı ve güzel sesi ile çok dikkat çeken bir tenor. Hepsi çok değerli sanatçılar ve çok emek verdikleri belli, ama en çok etkilendiğim anlardan bahsediyorum burada.

Konserin sonunda Prof. Güzin Gürel’i sahneye davet ettiklerinde  şahit olduğumuz sevgi seli ve şükran duygusu gerçekten düşündürücüydü. Aynı zamanda hayatın bir “veriş-alış” esasına dayalı olarak yaşanması gerektiğinin çok anlamlı bir kanıtıydı da. Hepsi tek tek sarıldılar ve yediler bitirdiler sevgili profesör Gürel’i...Ulu bir ağaç hem gölgesinde barındırır, hem de döktüğü meyvalarıyla insanları besler ve keyiflendirir. İşte Prof. Güzin Gürel böyle ulu bir mürşit olsa gerek!                                                          Finalde, bütün sanatçılar ellerinde Türk bayrakları ile sahneye iki taraftan gelerek koro yaptılar ve en son bis parçası olarak da “finunculi  finuncula”yı  tüm seyircilerle birlikte söylerken coşku ve haz doruktaydı.  Yüzlerde tebessüm yavaş yavaş sağanak yağmur altında düzayak ve eski tarz opera evimizden çıktık ve ıslak caddede “yomme yomme yomme yomme yom!” nakaratıyla “funinculi fuincula”yı söyleyerekten “just the walking in the rain” halinde evimize döndük.         

 

Füsun  Kankat                                    

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7802 (20121214) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

E-posta gönderiliyor: TALİHİN GÜCÜ

<<...>>
İletiniz aşağıdaki dosya veya bağlantı ekleriyle gönderilmeye hazır:

TALİHİN GÜCÜ





__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza
veritabanı sürümü: 7802 (20121214) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

19 Kasım 2012 Pazartesi

Dindarlık ve "Kutsal" Kavramı Üzerine

                            DİNDARLIK  VE  “KUTSAL” KAVRAMI  ÜZERİNE

Dünyada çok sayıda dinlerin olması, yeknesak bir tanımının yapılmasını zorlaştırmasına rağmen ortak noktaları esas alınarak din; “ Doğaüstü, kutsal ve ahlaki öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar bütünü” şeklinde tanımlanır. Klasik anlamıyla, kutsal, değişmez, dogmatikdir ve gönülsel  teslimiyeti gerektirir. Dinsel düşünmeye göre, insanlıkta dinsel ve dinsiz dışında gruplaşma olmaz ve dinler, hak ve batıl ekseninde değerlendirilir.                                                             İnsanlar, çok eski zamanlardan beri  doğaüstü bir kudrete, isterse çok ilkel olsun, bir dine tutundukları halde, dinin ne demek olduğunu ve neden dolayı insanların ibadet ihtiyacını duyduklarını düşünmeye de çok sonradan başlamışlardır. Zaten bu düşünüş, hiç şüphesiz, felsefeyi doğuran etkenlerden biri olmuştur. Felsefe,  daha doğrusu metafiziğin ortaya çıkışıyla birlikte hemen doğaüstü bir kuvvetin, Tanrı fikrinin eleştirici bir tarzda düşünülmesi yolu açılmıştır. İnsanlığın tarihi hakkındaki bilgilerimiz genişledikçe, insanların çeşitli iman, itikat ve dini kuruluşları karşılaştırmalı bir yolda incelendikçe dinin şekli, ismi, düzeni ne olursa olsun aslında bir bütün, tümel bir kavram olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Gerçi insanlığın tuttuğu birçok dinler arasındaki isim, ibadet şekilleri ve özellikle ahlaki değer farklarına rağmen din adı altında var olan bu tümel kavram, her halde teker teker dinlerin inanç, ibadet ve uygulamalara dair meselelerinden daha muazzam bir sorun teşkil eder.                                      Alman teolog Schleiermacher’e göre; -dinin bir cismi, bir de ruhu vardır.  Dinin cisminde kurumları, aşamaları, nasları ve din yapısının toplumsal kafesi vardır. Devleti  dinle  idare edenler veya böyle düşünenler, dinin cismine ait kurumları daima dünya işlerini düzenleme ve halkı itaate sevk için kullandıklarından, en büyük önemi bu kısma vermişlerdir. Biat kültürü dediğimiz bu durum zaten halkın da çoğunlukla benimsediği ve dini görünen zahiri kurallarıyla uyguladığı ( pek de derinliğine vakıf olmayarak) bir ibadet şeklidir.  Dinin ruhu ise, tabiatın ötesindeki şeylerin, en yüksek değerlerin sezgi ile bilinmesinden ibarettir. Dini duygular, ancak bireyle önsüz sonsuz arasındaki içrek temaslardan çıkabilir. Dinin ruhu bu suretle anlaşıldıktan sonra dinin cismini teşkil eden resmi inanılan şeyler, törenler, çeşitli toplumlarda çeşitli şartlar altında başka başka şekillerde beliren kavramlardan ibaret kalır. O halde din, sadece ruhsal bakımdan incelenecek olursa çeşitli toplumlar içinde çeşitli şekillerde beliren dinler arasında  büyük bir fark bulunamaz.                                                           Çağımızın modern, bilişim ve teknoloji  bakımından bir hayli ileri olan bugününe bakacak olursak ortalama aydın  kentsoylu insan gerek hızlı ilerleyen günlük yaşantısı, gerekse pozitivist bakış açısı itibariyle, dine ve dinsel konulara uzak durmayı  büyük bir özgüvenle yeğliyor. Her şeyden önce bir felsefeseverin yada en azından normal erdemli bir insanın varoluş, hayat, ahlak, iyilik, kötülük, merhamet, yardımlaşma v.b. konularda düşünmesi ve doğru  eylemlerin hayatta kişiyi doğru sonuçlara ulaştırabileceğini duygusal zeka ve sezgi  yoluyla kavrayabilmesine karşın sıradan bir aydın, yüzünde müstehzi  bir ifadeyle hemen bilimin savunulmasına baş vurmaktadır. Her düşünsel alanın tabiî ki mutlak olmayan tarafları vardır. Evlilik töreninin, doğumun, ölümün  kutsanan  seremonileri, ritüelleri olduğu gibi gün içinde içilen bir “beş çayının”bile bir ritüeli ve bir asaleti vardır.   “Kutsalllık”, insan hayatının anlamıdır. Kutsal mekanlarda bulunmak, kutsanmış bir yiyecekten tatmak, kutsal bir törene katılmak insanın bu dünyadaki seçkin ayrıcalığıdır ve bunun tadına varmalıdır. Dini yalnız böyle akılcı bir kuramla açıklamak yeterli  de değildir. Din, Tanrı’ya ya da tanrılara imandan daha başka şeyleri de içine alır. Dinde ibadet ve kurtuluş ihtiyacı duygusu da vardır. İnsan ruhunu iyileştiren ve yücelten değerleri dinsel  konularda bulan insanoğlunun, bugünün  elektronik beyninin aslını yaratan akılların aklı’na olan inancını ve ibadetini  de “kibirli bir aydın”ın saygıyla karşılaması ve emosyonel zekasını biraz çalıştırması lazım.----diye düşünüyorum.

Füsun Kankat

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7708 (20121119) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

4 Kasım 2012 Pazar

Eski Yunan, Ön-Asya ve Mezopotamya'da Hüküm Sürmüş İnanç Sistemleri Hakkında

ESKİ YUNAN, ÖN ASYA ve ÖZELLİKLE MEZOPOTAMYA TOPRAKLARINDA HÜKÜM SÜRMÜŞ                              İNANÇ SİSTEMLERİ HAKKINDA

Kabala felsefesini ve Yehuda Berg’in Kabalistik yaşam felsefesini çok çarpıcı bir şekilde anlatan kitabını  okuduktan sonra zaten bazı inanç sistemlerini ve felsefe tarihinin önemli yapı taşları olan filozofları anmamak mümkün görünmüyor. Kabalistik yaşam anlayışında Tanrı’nın korkulan ve cezalandıran bir merci olmadığı; Tanrı’nın sonsuz enerjisine, yaratıcı ışığına mazhar olmak, onun çoğaltan ve çoğaltırken de haz ve mutluluk bahşeden “paylaşma” meselesini düşündüğümüz zaman “haz ve mutluluğun” yaratıcı ve yapıcı gücü hayatın merkezini oluşturur ki bütün bunları tümüyle irdelediğimizde; Epiküryen bir yaşam felsefesini de düşünürüz. Epikür zamanında (İ.Ö.3.yy.) hazcılığı   yani hedonist düşünce tarzı bakımından eleştirilse de bu Epikür’ün fikirlerinin iyi anlaşılmaması yüzündendir. Bilindiği gibi Epikür esas olarak “atomcu” düşünceye sahiptir. Ve der ki:-Ruh, tıpkı tüm diğer şeyler gibi özdekseldir. O, çok sayıda iyi, küçük, yuvarlak ve çevik atomlardan oluşur; ateş, hava, nefes ve başka rafine edilmiş, devimli özdek ruh oluşumuna girerler. Onlar tüm beden üzerine yayılacaklardır. Yönlendiren ve zihni bir bölüm vardır. Bu göğüs bölgesinde bulunmaktadır, geriye kalan bölümler ona boyun eğmektedir. Ruh ölümlüdür; beden çözülmeye uğradığı zaman ruh da öğelerine ayrışacak ve gücünü kaybedecektir. Ölüm ile bilinçlilik durumunun sona ermesi, ölümün bizim için korkutuculuğunu kaybetmesi anlamına gelir. “Ölüm ile her şey  sona ereceği için, yaşamla ilgili olarak korkacak bir şey kalmaz.” Kabalistik düşüncedeki atomların el ele tutuşması, moleküller ve her tür maddenin meydana gelmesindeki  diziliş farklılıkları vb. açıklamaları okurken Epikür’ün atomculuğu ve mechanism düşüncesi ile birlikte hazcılık anlayışı aklımıza düşüyor. Hatta Epiküryen düşünceden önce Anaksagoras (İ.Ö. 500-428), dünyalar oluşmadan önce evrenin merkezinde sonsuz sayıda küçük özdek parçalarından bahseder. Bunlar hücre ya da tohum “spermata” olarak adlandırılmaktadır. Anaksagoras’ın düşüncelerini bir dizge, bir sistem haline getirecek olan Aristoteles, her şeyin karmaşık bir kütle içinde birbirine karıştığını yazacaktır. İlk kütle, sonsuz küçük tohumların, sonsuz sayıdaki  bir karışımıdır. Tohumlar, içinde bulundukları kaostan “sınırsız uzay boşluğu” nasıl ayrılmakta ve nasıl bir evren, dünya düzeni oluşturabilmektedir? Onları harakete geçiren şey nedir?  Anaksagoras ilk hareketin kaynağının zihinsel ilke, bir düşünce veya nous olduğunu öne sürmüştür. Dünyayı düzenleyen ruh, mutlak olarak basit ve türdeş bir yapıya sahiptir. Maddenin üzerinde bir güce sahiptir. Nous bir anlık, etken oluşumdur. Dünyadaki yaşamın ve devinimin özgür kaynağıdır, ayrıca her şeyi düzenlemektedir ve her şeyin kaynağıdır. Her şeyin üzerinde bir kudrete sahiptir. Çağdaş terimlerle söylersek üstün ve her yerde bulunan bir  varlıktır.        

Theism (Tanrıcılık), Pantheism (Kamutanrıcılık ) dizge içinde keskin bir şekilde ayrılmamıştır. Ayrıca onun düşüncesinde genel bir  düalizm hakimdir. Örneğin,Anaksagoras’a göre her şey sıcak ve soğuğun, kurunun ve nemlinin bir oranını kapsar. İtme hareketi ile katı maddeler dünyadan savrulmuşlardır, böylece dünya üzerinde farklı yapı biçimleri meydana gelmiştir. Güneşin ısısı yavaş yavaş nemli dünyayı kuruturken yağmurun yağmasıyla da yarı kuru yarı nemli olan dünyada organik yapılar oluşmaya başlamıştır. Anaksagoras, Hellas düşünce tarihinde çok önemli bir filozoftur.                      Bu filozofun atomculuk konusundaki kuramından sonra Demokritos’un atomculuğu çok önemlidir.     Trakya’daki  Abdera Okulu’nun kurucusu olan Demokritos ve onun hocası Milet’li Leukippos, atomculuk ve özdekçiliği başlatan çok önemli düşünürlerdir. Karl Marks’ın Felsefe Defterleri’ne bakarsak “Diyalektik Materializm”in ( yeni deyişle Eytişimsel Özdekçilik ) ilk dayanağını oluştururlar.   Bu bakımdan Leukkippos ve Demokritos Materializm’in ilk notalarıdır.

 

Demokritos’a göre; ruhu meydana getiren atomlar, tam olarak kaldıkları sürede kendimizin bilincine sahip oluruz; belli miktarlarda atom çıktığı zaman, uyku ve onunla beraber bilinçsizlik durumu olur;   hemen hepsi çıkıp da az bir miktar kaldığı zaman, görünür ölüm meydana gelir. En sonunda ruh atomlarının tüm bedenden ayrıldıklarında  ölürüz. Ölüm, bu atomları yok edemez, çünkü atom bölünemez, özü gereği yok da olmaz; ölümün yok ettiği şey, atomların bir bedendeki geçici birleşmeleri ve dolayısıyla bu birleşmeyle meydana gelen bireylerdir.

Demokritos’ta hazcılığın izleri görülmektedir; özdekçiliğin ( materialism), hazcılık (hedonism ) gibi birbirine hiç uymayan iki düşünce ilk kez bir arada bulunmaktadır. Hazzın, özdekçi ve doğal felsefe ile uyum içinde olan niteliksel ve hissedilir bir özyapısı vardır. Demokritos, yaşamdaki gerçek sorunun mutluluk olduğunu söylemektedir. İçsel tatmin ve hazzın ruhun korkusuzluğuna, uyuma ve sükunete     bağlı olduğunu söylemektedir. İçsel mutluluk varsıllık ve maddesel mülk ile ya da beden hazlarına bağlı değildir. Tutkularımızın ne denli az esiri olursak, o denli az hayal kırıklığına uğrarız. Bütün erdemler, mutluluğa ulaşmak için bir değere sahiptir, en önemlileri de doğru ve iyiliksever olmaktır.            Zihin kıskançlığı, kibirliliği, kızgınlığı uyumsuzluğa yol açar ve herkes için zararlıdır. Cezadan korkmadan hep doğruları savunmalıyız.  İYİ OLMAK DEMEK YALNIZCA YANLIŞ YAPMAKTAN SAKINMAK DEĞİL, AYNI ZAMANDA YANLIŞ YAPMAK İÇİN İSTEĞE BİLE SAHİP OLMAMAKTIR. BİR KİŞİNİN İYİ Mİ YA DA KÖTÜ MÜ OLDUĞU SADECE DAVRANIŞLARINDA DEĞİL, İSTEKLERİNDEN DE BELLİ OLUR.                                   Atomculuk ve haz konularında Yehuda Berg’in Kabalistik açıklamalarını okurken bunları düşündüm.             Mazda Dini, Zerdüşt ve Kabala Felsefesi ile ilgili yorumlarda düalizm, iyi ve kötü kavramı olarak bazı benzer metaforik anlatımlar bulunmakla birlikte Mazda Dini, Zerdüşt ve sonrasındaki asırlarda özellikle Mazdak tarafından adamakıllı kaba bir kamulcu bir dini sisteme dönüştürülmüş.                                

Zerdüşt, eski Mazda Dini’nin bir yenileştiricisi (reformcusu), İ.Ö.7.yy.da bazılarına göre de daha da eski tarihlere dayanır. Çok akıllı ve kamil bir kişi olduğu özdeyişlerinden bellidir: -“Dua erdim ki”-            “Düşünce iyi düşünülsün, söz iyi söylensin, iş iyi yapılsın.” -  Zerdüşt, iyiliğin ve kötülüğün aynı kaynaktan çıkamayacağını düşünmüştü, bu yüzden iyiliği “AHURA MAZDA” (Hürmüz ), kötülüğü de “EHRİMEN”e bağladı. Bunlar arasında sürekli bir savaş olması gerektiğini tasarımladı, bu savaş elbette iyiliğin kazanmasıyla sonuçlanacaktı. Dine bağlanan insanların görevi, iyilik veya kötülük için tanrılara yakarmak değil, -çünkü zaten iyilik ve kötülük bir gerçekti, yalvarıp yakarmakla gerçekleşecek değildi-   bu savaşta olumlu yana katılmaktı. Böylece din, birtakım yalvarmalar, hoş görünmek için tapınmalar ve benzerleri olarak değil böyle anlaşılmalıydı. İyiliği ruhta, kötülüğü özdekte yani maddede arayanlar da yanılmaktaydılar. İyilikle kötülük, hem ruhları hem de özdekleri kaplamıştı, savaş, her iki alanda da aynı ölçüde sürüp gidiyordu. AHURA MAZDA nasıl yaratıyorsa, EHRİMAN da öylece yaratıyordu.  Savaş dehşet vericiydi. Erdemli insanlar, bu savaşta iyiliğe katıldıkları ölçüde mutluluğa hak kazanabilirlerdi. İyilikle kötülüğün çarpışması tıpkı ışıkla karanlığın, gökyüzüyle yeryüzünün çarpışmasıydı. İnsan olmak isteyen insan, iyilikten, ışıktan, gökyüzünden yana olmalıydı. Zerdüşt, böylece toplumsal düzenin sağlanacağına, üretimin artacağına inanıyordu. Gerçek dindarlık oruç ve ibadetle değil, tarım çalışmalarında idi. ( Batınilik ve Karmatiilik’teki gibi ).                                                             Bacası tüten, içi tarım hayvanları ve besli çocuklarla dolu bir çiftçi evini seyretmek kadar AHURA MAZDA’yı sevindiren hiçbir şey olamazdı.  Zerdüşt, bu ilkelerin sadece kendi halkı için değil, bütün insanlık için geçerli olması gerektiğini düşünmüştür.

Ölümünden sonra çok rasyonalist ve materyalist  olarak kurduğu bu dini düzen, çok değiştirilmiş ve boş inançlarla doldurulmuştur.  Zerdüştlükten sonraki yüzyıllarda İran’lı devrimci Mazdek, Zerdüşt dinini yenileştirmek için gönderildiğini iddia ederek her şeyin, havanın suyun, toprağın, malların hatta kadınların eşit paylaşımını ileri sürüyordu. Herkes malca eşit olmalıydı. İ.S.8.yy.da ve sonralarında  İslamlaşma, Şıi-Batıni düşünce akımına karışarak Karmatii ve İsmailiye mezhepleriyle birleşmiştir.          Kaba kamulculuk, bu mezheplerde de sürmüştür. Kaba kamulculuk inancı, ilkel ekonomik koşulların gereği olan ortaklaşa yaşama zorunluluğundan kalma bir boşinançtır. Marksçılığa da dayandırmamak gerekir. Zira Marksçılık, bilimsel bir öğretidir.  

Eski Yunan, Ön Asya ve özellikle Mezopotamya topraklarında hüküm sürmüş inanç sistemleri tabiatıyla birbirlerini etkilemişlerdir. Bu etki bazen Sümerler’den, Anadolu halklarına, oradan Hellas’a bazen Hellen dünyasından Doğu Akdeniz’e ve Mısır’a, daha da önemlisi Mısır ve çevresindeki  Yahudi tarihinin, Musa dininin geniş etkilerini hissedebiliyoruz. Ne var ki çok önemli etkiler ve esinlenmelere rağmen toplumsal ihtiyaçlar, töreler, alışkanlıklar, eski çağ insanının dininde çok özgün farklılıklar yaratmıştır. Özellikle İran’a ve Asya içlerine doğru kaydıkça daha bir karma din anlayışı oluşmuş, sosyal, ekonomik, toprakla tarımla ilgili olup boşinançların da devreye girdiği değişik mezhepler kadar varmıştır.

 

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7657 (20121104) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

31 Ekim 2012 Çarşamba

Yağmur Keyfi ve Islak Düşler

YAĞMUR KEYFİ ve ISLAK DÜŞLER

Bahçedeki lambanın ışığı altında çimenlerin ıslak ıslak parıldadığını görüyorum. Güllerin yaprakları ıslak, pırıl pırıl ve revnaklı ; henüz banyo yapmış bir bebeğin ıslak kirpiklerindeki su damlacıkları gibi üstlerinde biriken her bir damlacık yere düştü düşecek.  Defne Ağacı da aynı şekilde, duştan çıkmış selvi boylu, lepiska saçlı güzeller güzeli Dafne olarak , ıslak saçlarından sular akarak karşımda durmakta... Toprak kokusu, çimen kokusu, şimşekler ve gök gürültüsü, hepsi birden bir pastoral senfoninin içine çekiyor insanı. Gökyüzünde ardı ardına çakan şimşekler ve o büyük gümbürtü; timpani ve davullarla canlandırıldığında nasıl görkemli bir orkestrasyon ortaya çıkarsa, evlerin damlarına, pergolelerin üstlerine ve köpek kulübesinin üstüne düşen yağmur damlaları da bir piyanonun tuşlarında hayat bulur ve ruhumuza işler. Üzeri camla kaplı bir kamelyanın üzerine düşen damlalarla, kümesin üzerine düşen her bir yağmur damlasının çıkardığı ses notalara dökülecek olursa ortaya çok ilginç melodiler çıkacaktır. Önce uzun süren ve yeknesak bir şekilde düşen damlaların sesini dinleriz. Uzun süren bir yağıştan sonra tıp- tıp- tıp- giderek yavaşlayan ve tek tek çıkan sesler kulağımıza gelir; bunlar, düştükleri zemine göre bazen tiz, bazen de tok ve bas sesli vuruşlar halindedir. Tıpkı bütün bu güzellikleri seyrederken dinlemekte olduğum  diskten etrafa yayılan  Chopin’in “Yağmur Damlaları” prelüdünde olduğu gibi.  İşte şimdi, bütün bu damlalar, usta parmaklardan da aynı şekilde piyanonun tuşlarına damlıyorlar. Nitekim, günümüz sanatçılarından Kazakistanlı Anjelika Akbar, özel olarak “Su” isimli bir CD çıkarmıştı. Çok ilginç bir müzik çalışmasıydı. Aynı zamanda, meditatif bir terapiyi de amaçlıyordu. Ankara’da yaşayan  sanatçı doğadaki sesleri ve özellikle de su seslerini piyanoda canlandırmaya merak sarmıştı.

Her iki tarafında asırlık devasa ağaçların sıralandığı uzun bir yolda, yağmurda araba kullanırken hayal edin kendinizi; ön cama vuran yağmur damlaları ile yarışırcasına çalışan sileceklerin çıkardığı sesi hatırlayın! Buğulanan camlar, sürekli çalışan silecekler ve arada bir eldiveninizle içerden buharlı silmeye çalışmak... O andaki durumla baş etmekten başka fazla bir şey düşünmeyiz.                                              Doğanın bu ıslak seslerinin uyandırdığı bütün bu duyguların hepsi galiba daha çok kırsalda ruhumuzu ele geçiriyor. Zira karmaşık şehir ortamında insanın farkındalığı zevke değil, gerilime yol açıyor. Yağmurdan ve kardan zevk almak için iki katlı veya tek katlı düzayak evlerin, boş yolların, alabildiğine boşluğun olduğu ve doğanın üzerinde insanın sere serpe yayılarak yaşadığı eski model bir hayat tarzı olsaydı, ne güzel olurdu!... Ama yine de karamsar olmayalım. İlkbaharın yeşilini ve kuş seslerini nasıl seviyorsak,  sonbaharın yaprak dökümünü, yağmurunu, sağnağını ve hatta en şiddetli gök gürültüsünü dahi idrak edelim ve tadına varalım. Onları , bir orkestrada hangi enstrümanlarla canlandırabileceğimizi düşleyelim.  “Tadına varmak”, çok önemli; örneğin ben şu anda “güz gülleri”nin tadına varıyorum. Gerçekten o kadar güzeller ki. Hepsi birden yakut rengi, grup rengi, beyaz, krem , açmışlar ve kış gelmeden son defa keyifle selamlıyorlar bizi...

Bir zamanlar, bir yazarın dediği gibi: -“Sararan çimenlerin, solan yaprakların yeşilliğini,                                        

                                                                    Hiçbir şey geri getiremez.

                                                                    Fakat, her şeye rağmen hayat

                                                                    Üzülmeye değmez !”

 

Füsun Kankat        

                                                                         

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7647 (20121031) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

10 Ekim 2012 Çarşamba

İskenderiyeli Philon ( M.Ö.30 - M.S.50 )

  İSKENDERİYE’Lİ  PHİLON  (M.Ö.30 – M.S.50 )

POLİTEİZM’DEN  MONOTEİZM’E  GEÇERKEN  SINIRDA  RASTLADIĞIMIZ  BÜYÜK  DÜŞÜNÜR

“  Sadece Yahudilerin Tanrı’nın kavmi olmadığını, tüm insanların ortak bir baba önünde eşit olduklarını dile getirmiştir.  Yeter ki insanlar tek tanrıcı olsunlar ve bu Tanrı’ya inansınlar, ona dua etsinler.”---diyen  büyük Yahudi filozof  Philon,  mensubu olduğu dine ve topraklara rağmen özgür bir düşünce ve adil bir bakış açısına sahipti. Düşünen araştıran ve kültürler arası olumlu bir senteze ulaşmayı gerçekleştiren bir alimdi.

İskenderiye’de yüksek itibarı olan ruhani sınıfından bir ailenin oğludur. Bir taraftan güçlü bir Yahudi kültürü almış, bir taraftan da daha çocukluğunda bu kültürle yetinmeyip üzerine Yunan kültürünü eklemiştir. Sadece ekmek, tuz ve bir çeşit otla çölde geçirdiği bir inziva (dalınç) döneminden sonra  Atina’ya gider. Orada retorik öğrenerek; Pindar, Sophokles, Euripides ve Heredot’un eserlerinin etkisiyle Yunanlıları sever ve eserlerinde Tanrısal Platon en başta olmak üzere Anthistenes, Pythagoras, Aristoteles, Zenon, Herakleitos ve Arkelaus gibi Yunan düşünürlerinden bir hayli etkilenir ve zenginleşir.  Eski Yunan’da tek bir Tanrı fikrinin ışığını ilk yakan kadim filozof Platon’un Timaios dialoğundan çok bahseder. Philon, “Her İyi Adam Özgürdür” adlı eserini Yunanistan’da yayımlamıştır. Sinagog’da ve okulda verdiği dersleri kapsar. Bir çok eserler vermiş ve bunları “alegorik” anlatımla ortaya koymuştur tıpkı essencilerle sağıtmanlar ve kabalistlerin yaptığı gibi... Daha sonraları Origen ve Gnostiklerde (bilgiciler) görülmüştür.  Alegorik yönteme baş vurmanın iki nedeni vardır:  Biri düşüncenin bağımsızlığını geleneğe saygı gösteriyormuş gibi görünerek korumak;  ikincisi, kutsal kitaplarda yazılan şeylerin mecazlı, simgeli ve kinayeli bir dille ifade edilmiş olduklarına inanmak.      Philon’un eserlerinde güttüğü amaç da okuyanları inandırmak  ve hidayete erdirmektir. Bu umut ve inancı, ölünceye kadar yitirmemişti. Onun bütün eserlerini Kilise Babaları okumuştu. Philon’un felsefe tarihindeki yeri  fevkalade önemlidir. O, bize yalnız İSKENDERİYE “EKLEKTİZM’İNİ değil, fakat bu okulun uğraştığı sorunları, o dönemde  İSKENDERİYE’DE  TOPLANMIŞ  ÖĞELERİ  BİRBİRİNE  YAKLAŞTIRMA ve uzaklaştırma amacını temsil eder. Bu yakınlaştırmanın ilk örneğini vermek suretiyle kendisinden sonra meydana gelen şu  üç büyük sistemin bir aracısı ve müjdecisi olmuştur :                       1) BİLGİCİLİK (GNOSTİSİSİZM )----2) YENİ-PLATONCULUK---3) İSKENDERİYE KİLİSESİNİN PAPAZLAR FELSEFESİ  ( ERKEN HIRİSTİYANLIK )----                                                                                                                        Philon’un  eserlerinde işlediği konular, esas olarak “Kabala felsefesinin özünü teşkil eden Tanrı’nın yaratıcı enerjisi, yaratılan her şeyde O’nun var oluşu, ilk insan” melekler,”Kelam”, vahiy ve MUSA ile ilgili düşünceleridir. Ahlak, insan yaşamı ve erdem konularında Platon ve Yeni-Platoncular’dan izler taşımaktadır.

ESERLERİ:  Musa’ya Göre Alem’in Yaradılışı,  Kutsal Kitapların Alegorileri,  Alevler Saçan Kılıç,  İlk Doğan İnsan,  Kabil,  Nuh Uyanınca Öğrendi, Akılsızın Köleliği, İttifaklar, Sofuluğa Dair(bundan  üç parça kalmıştır), Çıkış Kitabına ( Exode) Dair Sorunlar ( bu eser beş kitaptır), İshak, Yakup...vb.’nın Hayatları,  Yahudilere İşkence ( üç kitap-kaybolmuştur), Düşler Kitabı ( üç kitap),  Sayılara Dair,  Florilegia.

Philon’un eserleri genel olarak iki büyük kısma ayrılmıştır: 1- Eski Yunan sistemlerinden yararlanmış olduklarıdır ki, bunlar dinin ahlaksal ilkeleriyle uzlaşabilirler. Örneğin, Pithagoras, Aristoteles, Zenon ve hele Platon’un düşünceleri bu türdendir.                                                                                                        2- Kaynakları Doğu düşünce ve inançları olan coşkulu bir panteizmi ve coşkun bir mistisizmi kapsayaneserleri. Bu iki düşünce tarafı , onun doktrinini, şu üç problemde toplamamıza  yarardım eder:    a)  Tanrı:  Philon’a göre, Tanrı inkar edilemez; zira, O’nun varlığından hem kutsal kitaplar bahsediyor, hem de alemin düzeni. Yahova tarafından bazı kimselere ilham edilmiştir. Fakat, insan onun ne olduğunu bilemez. O’nun niteliği , bilinmek değil, varolmaktan ibarettir. Kendini yüce birliğin kendisi bilir. O, cisimsizdir, tanımlanamaz. Philon, On Emrin (Decalogue) nasıl vahyolunduğunu açıklamak için : “ Tanrı, der, görülmez bir sesin , gerçek akıl sesinin hava içinde çınlamasını emretti ! “.     Bu suretle Philon, Tanrı’nın konuşmadan konuştuğunu tanıtlamaya çalışır. Tanrı birdir,  evrenin tek sahibidir, ebedidir ve değişmez. Uçsuz bucaksızdır ve evreni doldurur. Bir anda hem yerdedir, hem de hiçbir yerde değildir. O, kavranılabilir ( intellegible)  düşüncelerin maddesel olmayan yeridir. Tümel bilgiç (omniscience) ve tümel güçtür.  Hatta saçmaya bile gücü yeter ve Tanrı kayradır (providence) yani yüksek tutulan, ya da yüksek sayılandan gelen iyilik, lütuf, ihsan, atıfet, inayettir.                                        Kutsal kitabın yazdığı gibi, a l e m i n  ç o b a n ı d ı r ;  tüm insanlık O’nun sürüsüdür. Kendisinin MUSA’ya söylediği gibi, “ Senin Tanrı’n olan ben ebediyim ! “ O, tüm ulusların Tanrı’sıdır; emirleri herkes içindir. Tüm insanlar O’nun katında eşittirler; özgür ve köle, herkesin sığınağı ve barınağı O’dur.  O en yüce  bir barışseverdir ki, günah işleyenlere daima iyiliğe dönmeleri ve kendi taraflarından  ceza görmeleri için  elverişli fırsatlar hazırlar. O, iyiliksever ve kurtarıcıdır. Düşünce-Tanrı ve Aşk-Tanrı’nın her ikisi de bir anda bilime sahiptir. Fakat buna, bilimi insana yaymak için sahiptir. Tanrı’nın şerden başka her şeye gücü yeter, cezalandırmadan affeder.                                           Tanrı hakkındaki bu düşüncelerinden de anlaşılır ki, Philon, evrenden ayrı ve bağımsız bir varlık olarak ele almış olduğu Tanrı’yı, bir taraftan eşyanın nedeni, evrenin yapıcı ve etkili nedeni saymakta, bir taraftan da insanlığın ülküsü gibi tasavvur etmektedir. Yukarıda saydığı niteliklere dikkat edilirse, bunların  insan fakültelerinin en yüksek bir evrim derecesine yükselerek onun niteliğinde toplanmış olduğu görülür. Philon, bir taraftan da Tanrı’yı, yetkinlğin ve hatta tüm olabilen fakültelerin üstünde betimlemiştir. Yani, erdem, bilim, güzellik, hayır ve hatta birlik bile O’nun hakkında bir fikir veremez. O, sadece adsız bir varlık olarak vardır. Görülüyor ki Philon, birinci takdirde , Yunan Felsefesi’nin ve özellikle Platon’un etkisi altındadır;  ikinci takdirde ise, tamamiyle insanınkilerden farklı bir düzen  düşüncesiyle karşı karşıya bulunur. Yani, üstün olduğu iddia edilen bir fakülte önünde  vazgeçen bir akıldır ki, bu mistisizmin önünde felsefenin çekilmesi demektir.

Philon, Tanrı ile insanlar arasında mabeyincilik yapan birtakım güçlüler de kabul etmiştir. Tanrı görülmediği halde bunlar insana İbrahim öyküsünde olduğu gibi, görünürler ve Tanr’ya yakın bir yerde bulunurlar. Tanrı’dan haber getirirler, O’na hizmet ederler. Bu üstün meleklerin sayısı beştir. Bunların en yükseği “Kelam”dır. Bu, Tanrı’nın görülebilir adı ve suretidir. Fanilerin akılları tarafından  kavranılabilecek olan nurun kaynağı budur ve kendi yaratıcısı gibi ebedidir.  O, Tanrı’nın vekilidir.             Daima babasının yerini almaya ve onu taklit etmeye hazırdır. O, evreni bir giysi gibi taşır; tüm öğelerle örtünmüş olup, evren onun suretinden oluşmuştur. Kelam, kalbimize girince, içimiz bilgi ve esenlikle dolar.  O, insanlığın kurtarıcısıdır. Philon, hiçbir ruhun kurtarılmasından umudunu kesmez.  Zira, Kelam, Tanrı’ya bir faniyi affetmesi ve inayette bulunması için yalvarmaya asla son vermez. O, Tanrı’nın  ilk iki güçlüsü arasında bir mabeyincidir. Oluşturduğu evrenin bölüştüreni, düzenleyenidir ve günahsızdır.  O, baba için Tanrı, anne için bilgelik, ve giysi için evrendir. Konuşulan “Kelam” dilden başka bir şey değildir ve bu, her ahlakın dayanak ve ilkesidir. Anlaşılıyor ki, Philon’a göre KELAM, tüm düşüncelerin yeridir ve varlıklar, bu düşünceleri taklit ederek meydana gelir. Yani, evren, Tanrısal düşüncenin , nesnel bir belirtisidir. Tanrı, evrenin zihinli bir ilkesi, bir mimarıdır. Tüm göksel aşamaların her derecesi, düşüncelerden başka bir şey değildir.  Fakat Doğu mistisizmi, Tanrı’yı tüm varlıkların içkin nedeni ve yeri olarak göstermek suretiyle ortaya çıkınca, tüm düşünceler, bir kuvvet ve bir tek tözün kapladığı maddesel gerçeklik ve birbirine bağlı etkin kuvvetler halini almış olurlar. Bu suretledir ki, Tanrı’nın ilk oğlu olan KELAM, ya da BİLGELİK, başka bir güç, bir kişi, bir hipostas haline gelmiş olur. Bu itibarla güçlüklerin ilki olan KELAM’a, “Tanrısal Adem” adı da verilebilir.                              Zira, topraksal insan, onun suretinde yaratılmıştır. O, bize bazen maddesel  bir şekilde görülür. Yakub’un düşte gördüğü , o olduğu gibi, Musa’ya ateşli çalılıktan hitap eden de odur. ( De Somniis, cilt I, s. 656). 

Kelam’ın göğsünde ikinci bir güçlü , yani söylenmiş olan kelam anlamında olmak üzere “söz “ denilen etkili güç, kaynağından fışkıran bir nehir gibi belirir. Bu ikinci kelam da, tüm varlıklara adaletle hükmeden ‘saltanat gücü’nü doğurur. Bu üç güçlü Tanrı’dan ayrılmamak koşuluyla,  ışığını derece derece karanlıklaştırmak suretiyle, evrenin ışık ve hayatı olmak üzere Tanrı’dan iner, ve Tanrı’dan türerler. ( Burada Kabalistik düşünceyi  anımsamakta yarar var).

Meleklere gelince, bunlar doğanın türlü kısımlarını yöneten canlı varlıklardır, ya da esir içinde yüzen ve bazen insanlarla birleşmek üzere gelen ruhlardır.  Onların rolü, mitolojideki cinlerle ikinci düzenden olan tanrıların yaptığı rollerin aynıdır. ( De Gigantibus cilt I, s.253)  Burada, Yeni-Platonculuğu ve Plotinus’u anımsıyorum ister istemez, Plotinus da tek Tanrı, Mutlak Varlık’ı kabul etmekle  birlikte mitolojideki bu ikinci düzenden olan tanrıları yadsımaz; dolayısıyla biraz da Roma İmparatorluğu anlayışı ve teamüllerine bir uyum göstermedir belki de kimbilir...Tek Tanrılı büyük dine geçiş sürecinin işleyişi gözüyle irdelemek gerekiyor...

b)  KOZMOGONİ :   Philon’da bu konu, Tanrı, yüklem, eylem ve doğasından ayrı olarak incelenemez. Kelam ile diğer güçlülerin aracılığıyla Tanrıda yerleşmiş bulunan aleme ulaşılır. Philon’un bu konudaki düşünceleri, sisteminin en düzenli bir kısmıdır. O, bu sorunu  “Alemin Bozulamazlığı” ve “Alem” adlı iki eserinde açıklamıştır. Philon , öncelikle Yahudi kozmogonisinin  Yunan kozmogonisinden üstün olduğunu tanıtlamaya çalışır. Philon Kutsal Kitap’ta iki kozmogoni görüşünün varlığını fark etmiştir.      Birincisi, ‘duyulur alem’, ikincisi kavranılabilir alemdir ki ona göre , bunu ayıran MUSA’dır. Kutsal kitaptaki  yaratma dogmasını  elden bırakmaksızın Yunanlıları düzenleyici bir Demiourgos sayesinde alemin ebedi olduğunu iddia etmelerine hücum eder. Ona göre Tanrı her şeyi çoktan çıkarmıştır.        Tanrı, duyulur alemin ve akıl alır alemin, yaptıran, etkin ve amaçlı ve maddesel nedenidir, babadır ve kosmos’un ve zaman’ın artistidir. Tüm yaratılmış olan evrenin yaratanı ve nedeni elbette sonuçtan üstündür. Tanrı evvela kavranılabilir düşünceleri yaratmıştır ki bunun birincisi Kelam’dır. Tanrı, alemi iyiliğinden yaratmıştır, alemi düşünmüş, bu düşünceye hayran olmuş ve kendi güçlerini tüketmeksizin yaratmış ve beceriksiz bir sanat adamı gibi değil, oğlunu yöneten bir baba gibi araya girerek sürekli yaratmaya devam eder; alem bir tek edimle yaratılmıştır. Zira, Tanrı’nın zamana ihtiyacı yoktur. Musa’nın günden bahsetmesi, sayının düzen ve ahenk simgesi olmasından  ve sayılar arasında 6’nın buna en uygun gelmesindendir. Philon burada çok önem verdiği sayılar hakkında garip bir kuram ileri sürmüştür. Bu nedenden eskiler onu, Pisagorcu saymışlardır. Örneğin ona göre 6, birlikten sonra gelen en yetkin sayı olduğu için yaratmaya en uygun gelen tek sayıdır. Zira bu iki eşit kısımdan 3’ten, 2’den, ve nihayet birlikten ibarettir; erkektir ve dişidir....vb.  Tanrı’nın iyiliğinden doğmuş olan evren,    olabilenin en iyisidir. Tanrı, ara vermeden kendi eserine nezaret eder. Evren birdir ve o duyulur olduğu için yaratılmıştır. Tanrı tüm bir edimdir, bununla birlikte güçten edime geçer. Madde bitmeyecektir, fakat buna karşın o, başlamıştır. Görülüyor ki Philon’un kozmogonisi, hiçbir mantıkla uzlaştırılamayacak olan iki doktrini  kapsamaktadır : 1- Platon’un  düalizmidir ki bu, Timaios diyaloğunda açıklanmıştır. 2-Tözün birliği ve türüm (emanation ) düşüncesi, Philon’un bir çok eserlerinde ve hele De Mundi  Opificio adlı eserinde cilt 1 s.4 İbrani Tanrıbilimcilerinin iki ilke tanıdıkları  kayıtlıdır:  a) Etkin (actif) ilke, yani ‘yüce zihin’ ya da ‘KELAM’ ki, bu, iyinin, güzel ve doğrunun kaynağıdır.   b) Edilgin (pasif) ilkedir ki, bu ham ve cansız maddedir. Buna zihin şekil vermiştir.  Philon, bu ikinci ilkeye saf bir soyutluk vermemek için , “Hiçbir şey yoktan varolamaz ve hiçbir şey yokluğa dönmez” şeklinde ifade edilmiş olan ilkçağ putataparlarının özdeyişini hatırlatır.  Yani evren; Toprak, Su, Hava ve Ateş gibi dört  elementi  kapsar ki bunlar sırayla bir şekilden başka bir şekle girer. Fakat bu öğelerden her birinin ayrı ayrı şekilleriyle evrenin yapısı içinde toptan gösterdikleri şekilleri, Tanrı’nın kendisi de alır. Yani bu duyulur alem, “Olsun !” emri verilmeden önce, Tanrı, kendi düşüncesinde kavrayabileni ve ebedi düşünceleri seyretti ve Philon, bu Platon’cu görüşte hiçbir şeyi unutmamak içindir ki alemin ebediliği düşüncesini de bu görüşe ekledi. Ona göre, alemin oluşumunun gerçeksel nedeni, Tanrısal hayırdır. Şu halde Tanrı, düzenin, genel ahengin kaosla yer değiştirmesini istemek için iyiliğe son vermesi gerekir. Bir gün dünyamızın yerine daha iyi bir dünyanın geleceğini var saymaya gelince, böyle bir hipotezi kabul etmek, Tanrı’yı şimdiki eşya düzeni karşısında bilgeliğiyle bilgisinin eksik olduğunu kabul etmek demektir. Böylece alem, bitmemek üzere başlamıştır. Bu nedenle de TANRI ONUN YARATICISI DEĞİL MİMARIDIR. Nasıl ki artist eserinden ayrı ve farklı ise TANRI da EVRENDEN ÖYLECE AYRIDIR. Şimdi bu düşünceleri, aşağıdaki şu önermelerle uzlaştırmaya çalışalım: Tanrı, hiç dinlenemez. Ateşin doğası yakmak, karın doğası soğutmak olduğu gibi onun doğası da, daima meydana getirmek, oluşturmaktır.( Leg. Alleg. Cilt I, II, s.261 baskı:Mangey)  YARATMA, ZAMAN  İÇİNDE  BAŞLAMIŞ  DEĞİLDİR.  Zira, zamanın kendisi, Platon öğretisinde olduğu gibi eşya ile birlikte oluşan ebediliğin fani bir hayalinden başka bir şey değildir. Tanrı’nın varlıklar üzerinde yaptığı eyleme gelince, bu maddeye hemen şimdi bir şekil vermekten ibaret değildir. Onun eylemi, mutlaktır; bu eylem, yaratmanın yoktan var olduğuna dair olan düşüncelerin ötelerine uzanır. Zira, Philon’a göre, Tanrı, evrenin olduğu kadar da her bir varlığın içinde bir eylem ilkesidir.  Çünkü faaliyet yalnız ona aittir. Doğmuş olan her şeyin karakteri edilgin olmaktır ve tüm varolan şey, onun varlığı ile doludur.  O, her şeye nüfuz etmiştir. Tamamiyle boş olan hiç bir varlık yoktur.  O, her yerdedir. Kendinden türeyen güç aracılığıyla , o maynı zamanda toprak, su, hava ve gökyüzüne nüfuz eder ve evrenin en küçük parçalarını bile görünmez bağlarla birbirine bağlamak suretiyle doldurur   ( De Linguarum Confusione, cilt I, s.425 )    Fakat bu kadarı da yetmez;  Tanrı’nın kendisi de ‘evrensel  yer’dir. Çünkü O,her  şeyi kaplar ve içine alır. Evrenin ve evrene özgü olan yerin sığınağıdır. Kendisinin yeri de kendinin kaplanmış bulunduğu yerdir. Yani O, kendi kendisini kapsar. ( De Somniis, lib.I). Durum böyle olunca, öteki varlıklara yapacak ne kalır ?  Bunun karşılığı:  “Tanrı heptir (tüm) den ibarettir.

Philon’un öğretisi kapsamında tabii ki daha yazılabilecek pek çok şey var.  c) İnsanın Doğası  ya da antropoloji üzerine yazdıklarını burada alıntılamama gerek  olmadığını sanıyorum. Ancak benim daha önce size sormuş olduğum veya hep bir cevap araştırdığım sorunun cevabını hemen burada yakaladım ki  şudur: Yunan felsefesinin sağladığı akılcı bir kuramla kendi mutlak inançlarını uzlaştırmaya çalışırsa da benim aradığım son söz şudur;  “BİLGİNLER  VE  FİLOZOFLARIN  İŞE  KARIŞMALARIYLADIR Kİ   YUNANLILAR,  MUSA’NIN   BİLDİRDİKLERİNİ  TANIMIŞLARDIR”.

Büyük filozofumuz daha ne desin ki !...

En büyük Mimar’ın İlahi Işığı hep aydınlatsın bizleri......

Füsun  Kankat                                 Kaynağım: Filozoflar Ans. Cemil Sena  3.Cilt  S.597

 

   

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7565 (20121009) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

5 Ekim 2012 Cuma

PORFİR AĞACI'NDAN KABALA FELSEFESİ'NE DİNİN RASYONEL SINIRLARI

       Porfir Ağacı’ndan  Kabala Felsefesi’ne  dinin  rasyonal  sınırları

Mutluluğa sanat, sevgi ve felsefe yollarından  varılabileceğini bendeniz hep söylerim, ancak bunu benden çağlar önce  felsefe tarihine geçmiş  büyük düşünür Plotinos  söylemiş olduğuna göre doğru yoldayım demektir. Tanrı’yı sanatçı duyulur alemde, seven kişi insan ruhunda, filozof anlaşılır alemde arar. Ne var ki tanrıya ancak felsefesel bir kendinden geçişle varılır, düşünceyle varılan gerçek sanatı ve sevgiyi aşar, sanatla ve sevgiyle varılanın ancak soluk birer gölgeden ibaret olduğunu ortaya koyar ve insanı tanrısıyla birleştirir. Anlaşılır aleme götüren yöntem, Platon’da olduğu gibi “diyalektik” yani “eytişim”dir. Eytişim Plotinus’ta, Platon’da da olduğu gibi, doğruya vardıran bir mantık’tır: “Anlaşılır’a ulaşıncaya kadar birleştirir, toplar, böler. Diyalektik, felsefe demektir, genele doğru yürüyen bir uslamlamadır, bir akıl yürütmedir. 

Mısır Yunanlılarından Plotinos ( İÖ.204- 264), yeni-platonculuğun temel öğelerini  öğretmeni  İskenderiye’li Ammanios Sakkas’tan  öğrendiği halde, kurucusu sayılır. Çünkü Platonculuğun gizemsel yanını ,Antikçağ Yunanlılarının bütün düşünceci düşünürleriyle uzlaştırıp dizgeleyerek, o geliştirmiştir. Bu bakımdan Plotinosçuluk seçmeci bir öğretidir. Antikçağ Yunanlılarının bilgi sevgisi “philosophia”, tanrı bilgisi “Theosophia”ya dönüşmüştür. Plotinosçuluk, hristiyanlığın temellerini atan kilise  babalarının başlıca kaynağıdır; ama, Yahudi geleneksel öğretileriyle de önemli parelellikler gösterir. Kabala felsefesi’ni okurken ve tanırken bunları anımsamamak mümkün değildir. Aslında Plotinos’un öğretisi, türümcü kamutanrıcılık, yani bir başka deyişle “Pantheizm”dir ; çünkü ona göre her şey, evrendeki her şey,  Tanrı’dan çıkmıştır ve Tanrı’ya dönecektir. Bu çıkış, güneşin ışınlarının yayılması ya da bir kaynaktan su fışkırmasını dile getiren “Perilampsis” ( Yunanca )  deyimiyle terimler.  

Perilampsis terimi, Plotinos öğretisinin başkavramıdır. Bu yayılma ve fışkırmayı şöyle anlatır: “Bütün şeylerden önce ve kendinden sonra gelenlerden farklı bir şeyin bulunması gerekir. Bu, BİR olan’dır. O, hepsinin ilki olduğuna göre, kendi kendine yeter. Çünkü sonra gelen, önce gelene muhtaçtır ama önce gelen sonra gelene muhtaç değildir. Eğer birbirinden meydana gelen varlıklar varsa tümünün de doğrudan doğruya ondan gelmeleri gerekir. Eğer o bütün varlıkların birincisi ve Bir olan’sa, hepsinin en tamı ve en güçlüsü olmalıdır. Tamlık ve olgunluk içinde olansa kendiliğinde kalmaya katlanamaz, başka varlıklar meydana getirir. Bu sadece düşünen varlıklar için değil, bitkisel, cansız için de böyledir. Örneğin ateş ısıtır, kar soğutur. Özetle hiçbir şey, etkin olmamazlık edemez. Öyleyse en tam ve en olgun, nasıl kendiliğinde kalabilirdi ? “ Plotinos’un Ennead’lar  V.kitap, IV.,I

Bir olan deyimiyle dile getirdiği Tanrı’yı da şöyle tanımlar: ---Bir olan, bütün şeylerin hiç biri olmadığı içindir ki bütün şeylerdir. Bütün şeylerin hiç biri onda olmadığı içindir ki ondan gelirler. Bir olan TAM’dır, çünkü hiçbir şeyi aramaz, bir şeye muhtaç değildir. TAM olduğu içindir ki TAŞAR, taşmasıyla da kendinden ayrı bir şey meydana getirir. Böylece her şey bir olandır, ama hiçbir şey bir olan değildir.  Her şey bir olandır, çünkü varlığını ondan alır. Oysa kendiliğinde kalır. Nasıl ki çizginin bir önceki noktası  bir sonraki noktada  yok olmaz. ---Ennead’lar V. Kitap --- Plotinos, bu deyişle, Tanrı’nın varlıkları meydana getirmekle tözce eksilmediğini  anlatmak ister. Şöyle der: --O, hiçbir yerde olmadığı içindir ki her yerdedir.---Bir olan, gerçekten biriciktir. Plotinos’a göre;  Tanrı’dan ilk önce us dünyası yayılır, ondan ruh dünyası yayılır, ruh dünyasından da cisimler dünyası yayılır. Evren böylelikle üç aşamada oluşur.  Varlaşma us dünyasıyla  başlar. Ondan da ruh dünyası fışkırır. Orada cisimsiz ruhlar vardır, us bütünüyle bulunmaktadır. Us, sonsuza dek bölünmez ve dağılmaz kalır. Orada ruh da bölünmez ve dağılmazdır ama özünde bölünme ve dağılma vardır. Ruhun bölünmesi,  us dünyasından uzaklaşması ve cisimleri meydana getirmesiyle olur.

Ruhun bölünmesi,us dünyasından uzaklaşması ve cisimleri meydana getirmesiyle olur. Nitekim, bu yüzden, ruh cisimlerde bölünür,---denir. O halde nasıl olur da, hem de ve aynı zamanda, bölünmez olarak da kalır? Şu anlamda ki usdan tümüyle uzaklaşmış değildir, kendinin bir bölümü cisimlere girmez, cisimlere girmeyen bu bölümün özüysebölünmezdir. Platon’un , ruh bölünmez bir özle cisimlerde bölünen bir özden yapılmıştır, sözü şu anlama geliyor: Ruh us dünyasında kalan bir özle bu öze bağlı kalarak merkezden çıkan bir yarıçap gibi, buraya kadar uzanan bir özden yapılmıştır. Bunun içindir ki hem bölünür, hem de bölünmezdir. Ruh cisme bir bölümüyle değil, bütünüyle girer.Bunun içindir ki bölünmüş değildir. Ama cismin bütününü kaplar, bunun içindir ki bölünmüştür. O, devinimsizdir, ve bir şey yapmış değildir. Bir yüzün bir çok aynalardaki yansısı gibi sadece kendini bütünüyle yansıtmıştır. ( Eneades I, IV )  Ruh, hiç kuşkusuz Platon’da olduğu gibi, Plotinos’da da ölümsüzdür. Biz her birimiz ölmez miyiz? Yoksa bütünüyle mi yok oluyoruz?  Bunu doğayı izleyerek öğrenebiliriz. İnsan basit bir varlık değildir, bir ruhu ve bir bedeni vardır. Bu beden ruhun aletidir. Her ikisinin de doğasını incelersek bedenin karmaşık olduğunu ve sürüp gidemeyeceğini görürüz. Usumuz yani zihnimiz ve duyularımız, bunun böyle olduğunu tanıtlıyor. Onun zamanla bozulduğunu , çözüldüğünü, her türlü kayıplara uğradığını  ve aslına döndüğünü görüyoruz. Bir cisim başka bir cismi başkasına dönüştürür ve yok eder. Doğan şeylerin her birini ayrı ayrı ele alsak bile onların tek bir bütünlük içinde olmadıklarını görürüz. Biçim ve özdek olarak ikiye bölünmüşlerdir. En basit cisimler bile bu özelliği taşır. Bundan başka cisim olarak bir büyüklükleri vardır. Küçük bölümlere ayrılır ve parçalanırlar, demek ki bozulur ve yok olurlar. O halde beden, varlığımızın bir bölümü ise bütünüyle ölmez değiliz. Bedenimiz, ruhumuzun bir aleti olduğuna göre ancak belli bir zaman için verilmiştir. Ne var ki insanın temel bölümü, insanın asıl kendisi, bir özdeğin( material) biçimi ve bir aletin kullananı gibidir. İki anlamda da insan RUH’tur. Hangi sağduyulu kimse böylesine bir varlığın ölmezliğinden kuşkulanabilir?  Plotinos’a göre –üç basamaktan inerek varlaşan insan, çift yanlı merdivenin öteki üç basamağından çıkarak Tanrı’sına dönecektir. Çıkış basamaklarının birincisi algı, ikincisi us (akıl), üçüncüsü gizemsel sezgidir.—İnsan önce duyulur şeyleri algılayacak, sonra anlakalır şeyleri uslamlayacak ( akıl yürütecek), sonunda da esrime ( Yunanca Ekstasis )ile gizemsel sezgi ye yani Theoria’ya erişerek Tanrı’sına kavuşacaktır.  İnsan yaşamının ereği (amacı) budur.

Kabala felsefesini okurken ve düşünürken bütün bunları  okuyanın yorumlarına sunmak istiyorum, daha doğrusu  benzer noktaları sormak ihtiyacıyla bu çalışmayı oluşturmaktayım. En yüksek evre Tanrı ile olan birliktir. Doğu anlatımı ile “Vahdet’i Vücut” felsefesi ( tasavvuf), bu yalnızca  bir esrime-ecstasy durumu içinde olmaktır. Burada ruh, kendi düşüncesini aşmaktadır. Tanrı’nın ruhu içinde kendisini kaybeder, Tanrı ile bir olur. Bu, Tanrı’ya mistik bir geri dönüştür.

Bu dizge, Yunan felsefesi ile Doğu Dininin bir birleşimidir. Aşkın Tanrı öğretisi içinde dinsel bir yapıdır.Her şeyi algılama bakımından kamutanrıcıdır.  ( Pantheizm )  Plotinus’un öğrencisi olan Porphyry ile Yeni-platonculuk devam eder. Porphyry (İÖ.232-304), hocasının felsefesini geliştirmekten çok onu açıklamaya girişmiştir. Çilecilik ve popüler din düşüncelerini  vurgulamıştır. Ayrıca Pisagor’un yaşam öyküsünü kaleme almış ve Platon ve Aristo’nun dizgeleri üzerine yorumlamalarda bulunmuştur. Aristoteles mantığının yeni-platoncu bir yorumunu yapmıştır. Kavramların eski mantıktaki bağımlılıklarını ve aşama sıralarını gösteren bu şema PORFİR AĞACI deyimiyle onun adına bağlanmıştır. Bir ağacı andıran bu şemanın gövdesi, birbirinden türeyen cinslerden, dalları da o cinslerden türeyen türlerden meydana gelir. Kökte töz ( cevher) vardır, bu kökten cisimli ve cisimsiz olmak üzere iki dal türer. Bu dallardan cisimli olanı cisimler türetir. Gövdeye katılan cisimler canlı ( Animé) ve cansız olmak üzere iki yeni dal türetir. Gövdeye katılan canlıdan yaşayan türer, ondan da duygulu ve duygusuz olmak üzere iki dal türer. Duyguludan türeyen hayvan cinsinden uslu ve ussuz olmak üzere iki yeni dal oluşur. Bunlardan uslu insan oluşturarak, gövdeyi geliştirir ve en tepeye çıkarmış olur. Tözden insana varan bu oluşma, Yeni-platoncu yorumla Aristoteles’çi bir oluş anlayışını dile getirir.

Şimdi, Kabala felsefesi ile ilgili yorum yapacak olursak; önce anlam olarak açmak gerekirse, Kabbala, İbranice “kibbel” kökünden türetilen bir sözcük ve “gelenek”anlamına geliyor. Kabbalah, Tevrat’ın açık anlamlarının altındaki gizli anlamları dile getiren harf ve sayı gibi simgelerle varlık-birliği yani Vahdet’i Vücut düşüncesini ileri süren bir Yahudi yapıtıdır. Sanıldığı kadar eski  olmadığına göre;

Pythagoras, Platon, Aristoteles,  Plotinos, İamblikhos, Proklos gibi eski Yunan düşünürleriyle ve hatta Scotus Eriugena  gibi Ortaçağ Hristiyan düşünürlerinden belli izler taşımaktadır. Kabbala, belli bir zamanda yazılmış değildir ve oluşması yüzyıllarca sürerek ortaçağın sonuna doğru tamamlanmıştır. Sefer Jezirah ( Yaratımın Kitabı ) ve Sefer Hazzohar ( Işığın Kitabı) adlarını taşıyan iki kitaptan oluşmaktadır. Bir ve tek olan Tanrı’nın gücünü, en yetkin ve Mutlak Varlık olduğunu anlatan, oluşumu ve ruhun ölümsüzlüğünü, ruh göçünü ve “Evrenin İlahi Planı”nı anlatan insanlığın en mütekamil  teolojik felsefesi olduğu  yatsınamaz bir gerçektir.  Bütün bunları okurken anımsamadan geçemiyeceğim iki düşünürü daha buraya ilave etmek istiyorum; ruh göçü ile ilgili olarak Pithagoras derken Orphik-Pythagorasçı izler hissedebiliyorum, ayrıca Anaximandros ve de enkarne olma konusu ile ilgi olarak Uzakdoğu dinlerini anımsatıyor. Ortaçağ felsefesi ile ilgili olarak –dogmanın evriminde biçimsel etmen olması nedeniyle—Gnostikleri de düşünmeden geçemiyorum.

Her felsefi çalışmada olduğu gibi yine şimdi burada, konuyu ucu açık ve tam olarak bitirilmemiş sayarak sofistlerin dialoglarındaki  gibi sonlandırıyorum...

Aslında bir sonraki yazımda uzun uzun Pythagoras’ı ve mathematalarını masaya yatırmak arzusundayım. 

Tüm krallıkları taçlandıran en büyük Krallık ve tüm evreni aydınlatan bilgelik ışığıyla daima aydınlatsın bizleri... 

 

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7552 (20121005) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

22 Eylül 2012 Cumartesi

Platon'un Timaios adlı eserinde

                    PLATON’UN  “TİMAİOS”  ADLI  ESERİNDE  DOĞA, KOSMOS VE  İNSAN  ÜZERİNE

Tabiat bilgisi Platon için dialektik gibi kesin bir bilgi değildir. Gerçi idealar, bunların içinde özellikle “iyi ideası” , duyulur dünyanın “nedeni”dir; ama duyularla kavranılan dünya yine de meydana geliş (genesis) ve yok oluşun alanıdır. Bunun için de hiçbir zaman diyalektik bilginin, öncesiz-sonrasız olan ve hep kendilerine eşit kalan idealara yönelmiş bu gerçek bilginin konusu olamaz. İşte tabiat problemini bu anlayışla ele alan Platon, “Timaios”un daha başlarında açık olarak: “Meydana gelen ve yok olan nesneler için gerçek bilgi”episteme” olamaz, bunlar ancak inanç, bir kanı, inanılabilecek bir görüş olabilir”—diyor. Dolayısıyla, ancak olasılık karakteri taşıyan tabiat bilimi, gerçek varlığı kesin olarak kavrayan idea öğretisinden, bilgi değeri bakımından çok aşağıdır. Tabiat oluş halinde bir dünya olduğu için  öncesiz değildir, meydana gelmiştir. Ona Demiourgos şekil kazandırmıştı.                                        Demiourgos, bir ereğe göre oluşturan, etkiyen bir kuvvettir. O, iyidir, iyiliğinden dünyayı yaratmıştır.     İdealara, bu salt şekillere bakarak, bunları örnek alarak dünyayı oluşturmuştur. Onun için dünya en yetkin, en iyi, en güzel dünyadır. TANRISAL AKLIN ( NOUS ), “iyinin kendisinin” ürünü olarak biricik bir dünyadır. Bu anlayışta Demiourgos, “iyi ideası” ile aynı şey olmaktadır. Platon’un daha Politea(Devlet) dialoğunda, bütün gerçek varlıkların en üstüne yükseltilmiş olduğu “iyi ideası”= TANRI, NOUS, hem ideaların hem de duyulur dünyanın yaratıcısıdır. Platon’a göre İDEALAR, NESNELERİN İLK ÖRNEKLERİDİR.  TANRI, BU İLK ÖRNEKLERE BAKARAK YERYÜZÜNDEKİ NESNELERİ YARATMIŞTIR. İDEALAR, İLK ÖRNEKLERDİR.  Kabala’nın kadim felsefesini düşününce; Tanrı, “Adam Kadmon”u şekillendirdikten sonra  dünyevi adamı yarattı—diyor . Platon’un “insan ideası”...

Kadim Yahudi felsefesine göre; insan, fiziksel ve ruhsal özellikleri lle tüm yaradılışın bir minyatürüdür.Yani, mikrokosmos...  Zohara göre “Adam Kadmon”, boşlukta (topos=mekan) açığa çıkan ilk yüzdür. Tanrı’nın suretinde yaratılan Tanrısal insandır. O, ilk ve oijinal adam ideasındadır.     Ona dünyevi şehinah denmektedir. Adam Kadmon, Tanrı’nın hayal gücünden doğar.     Platon, idealar, ilk örneklerdir diyor ya; yeryüzündeki  oluş içinde bulunan nesneler, duyusal varlıklar da bunların yansıları, kopyaları, resimleridir. (eikones=ikona)                                                                                                 Platon, Timaios’un sonunda, tek bir dünyanın olduğunu bunun da yetkin bir dünya olduğunu ayrıca belirtiyor. İyi ideası(Demiourgos), kendisini şekillendirdiği için dünya eksiksizdir, yetkindir. Platon’a göre, düzenleyici  Tanrı (Demiourgos), ancak tek bir mükemmel dünya yaratmıştır. Duyulur dünyanın “nedeni” idealardır ama bu dünya, idealara tamamiyle uygun değildir. Olabildiğince uygundur.                 Bu da duyu dünyasının başka bir ilkeye dayanması yüzündendir. Bu ilke de mekan (topos) dır. Tanrı, duyu dünyasını  mekan içinde oluşturmuştur. (Uzam)                                                                                           Mekan, ne düşünce ne de duyularla bilinebilir, ne bir kavram ne de bir algıdır. Ne bir idea, ne de bir duyu nesnesidir. Mekan (uzam) olmasaydı gerçek varlık (ontos on) görünemezdi; çünkü idealar duyu nesneleri olarak kopya edilemezdi. “Mekan, dünya sürecinin içinde geçtiği, bütün cisimsel formlara bürünen, her nesneye yatak olan şeydir.”  Kabala felsefesindeki  anlatımla büyük benzerlik ve paralllikler var, ancak genesis –oluşumun anlatılması çok ayrıntılı ve insana  gayri ihtiyari Cern’deki Tanrı parçacığı olayını anımsatıyor. Bütün bunları okurken ve düşünürken,  felsefeseverlerin  Anaxagoras’ın düşüncelerini okurkenki  “—Aaa bak Platon’dan bile evvel  bunları söyleyen varmış !” derken ne kadar yanıldıklarını ve yüzyıllar önce Yahudi öğretilerine kadar gitmeleri gerektiğini  görebiliyorum...                                                                                                                                                              Platon’un Timaios  adlı eserine dönerek;  evren (kosmos) mükemmel olunca, aklı ve ruhu da olacaktır. Demiourgos, Kosmos’u yaratırken ilk olarak ruhunu oluşturmuştur. Bu ruh hem evreni hareket ettiren ilkedir, hem de onun hakimidir. Hem onun içindedir, hem de onu çevreler. Bütün sayılar ve ölçü oranları onun içindedir. EVRENİN MATEMATİK BİÇİMİNİN KENDİSİDİR.

Füsun  Kankat

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7506 (20120922) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Monotheizm'e Geçerken

TEK  TANRILI  MONOTHEİST  DİN  ANLAYIŞINA  GEÇERKEN

Antik Yunan dünyasında çok hatta pek çok tanrıların mitleriyle insan hayatı anlam bulurken, birileri akıl yürütme ile büyük ve en büyük bir aklın, en yetkin, en iyi ve en güzel  bir yüce varlığın tek bir yaradanın mevcudiyetine inanmaya başlamışlardı. İÖ.5.yy dan başlarsak en önce Pythagoras, daha sonra Ksenophanes, Anaxagoras, Platon ve Aristoteles....İÖ.4.yy boyunca  evren (kozmos) ve oluşum           üzerine , insan üzerine düşünüldü ve felsefi  dizgeler ortaya konuldu. Bu konuda  çağlar boyu etkisi hissedilen en büyük düşünce dizgesi  Platon tarafından ortaya konulmuş tabii. Platon’un bütün diyaloglarını okuduğumuz zaman “Bu adam tek, en  yetkin varlığın akılların aklı en büyük aklın varlığını ilan etmiş zaten. Kendisini peygamber de ilan etmemiş, eee o zaman diğer dinlere ne lüzum var “ gibi sorular akla gelebilir. Akla gelebilecek ikinci soru; Platon’dan 800 veya 1000 yıl evvel Musa peygamber vardı.  Acaba bir şekilde Musa etkisi var mı?  Kim kimden etkilendi de bu büyük dinler(monotheist dinler) ortaya çıktı. Musa peygamberin Platon’da etkilenecek hali olmadığına göre,           Platon Mısır’a, Fenike’ye filan gidip oradaki Yahudi öğretileri ile tanışmış olabilir mi?

Büyük İskender’den itibaren Hellenistik Dönem’de (İÖ.3 – 1.yy), İskenderiye Okulu’nun başlattığı bilimsel hareket ve 700.000 ciltlik kütüphanesi  ve astronomi, tıp ve felsefe üzerine zengin çalışma ortamı sunan bir vaha gibi İskenderiye milat yıllarında büyük bir kültürel sentezin merkeziydi.

İskenderiye’deki bilimsel hareket, Roma devletinin merkezileşmesiyle  2.yy’da birdenbire durdu. Yavaş yavaş Yunan dehası, edebiyat ve sanat gerilemeye başladı. Hekim Galenos ve astronom Ptolemaios’tan itibaren fizik bilimler oldukları yerde kaldılar. Dinin yerini tutması lazım gelen “ahlak”, epikürosçuluğun muziplikleriyle Stoa’nın ütopik öğretileri arasında kararsızdı. Yunan düşüncesi yaratıcı günlerini arıyordu. Esasen orijinal sistemler yaratmak gücünden yoksun bulunduğundan eklektik oldu. Aristobulos ve İskenderiye’li Philon MUSA DİNİNİ Platon’la uzlaştırmaya çalışınca , İsa ve havarisi Tarsus’lu Paulus bu dini milli kabuğundan çıkarınca (Yahudilik milli ve tekelci şeklini muhafaza ettiği sürece hiç korkulacak bir şey değildi), artık hiçbir şey onun Yunan-Roma aleminde ilerlemesine engel olamıyordu.  Roma stoacılığı bunu kabul ediyordu, eski felsefenin dağılmış organlarını bir araya getirmek toplamak gerekiyordu. Kutsal Kitap’ın vahyine Pythagoras ve Platon’u, Yahudilerin ve Hıristiyanların Tanrısına, Ksenophanes’in, Sokrates ve Aristoteles’in Tanrısını koydular.

Stoalıların ve birçok Platoncuların örneğine uyarak, geleneksel politeizmle monoteizmi, sıra ile ikinci derecede bir tanrılar silsilesinde kişileşen en yüksek  ve kişisel olmayan bir prensibi ileri süren  panteist bir fikir vasıtasıyla uzlaştırmaya çalıştılar. Bu monoteist kampa geçerken gnostiklerin eon’ları ve kabalistlerin sefirot’ları haline gelen bir tür evrimcilikti.Yunan dehasına uygun ve Hıristiyan eğilimine zıt olarak güzelle iyiyi, çirkinle kötüyü, metafizik kötülükle ahlaki kötülüğü aynı şey saymakta devam ediyorlardı.

Eğer yalnız Tanrı günahsızsa, bu onun maddesiz olduğundandır, ve madde kötülüğün kaynağı olduğundan, her maddi varlık bundan dolayı günahkardır diye düşünülüyordu. Bundan ya günahın zorunlu olduğu, ya da bilge için çilecilikle bedeni körletmenin zorunlu olduğu sonucu çıkarılıyordu. Vücudun ölümden sonra dirileceğini söyleyen Hıristiyan inancına, bedenden ayrılan ruhun ölmezliğini söyliyen Platon’cu dogma; ex-nihilo (yoktan ) yaratmaya,  ruhların önceden varlığı ve maddenin ezeli olması fikri karşı konuyordu.

 

 

Öte yandan toleranslı bir yaklaşımla; Orpheus’u, Pythagoras’ı, Platon’u,  MUSA ile Eşiya ile, Paulus’la  yan yana koymaya ve eski Yunanistan’ın düşünürlerini ezeli ve ebedi logos’un  organları diye tanımaya razı olmak şartıyla ona el uzattılar. Bütün dinlerin kardeş ve bir ilk vahyin çocukları oldukları, milliyet ayrılıklarının bunları ayrı yönlerde değiştirdiği söyleniyordu. En serbest düşünenleri, Moderatos, Nikomakhos, Numenios, MUSA’ya Yahudi PLATON ve Platon’a Attika MUSA’sı (Mouses attikizon) demekten hoşlanıyorlardı.  Fakat  pek az istisnalar bir yana bırakılırsa, yeni inancın müritleri, bu “ eklektizm”in  kendilerine gösterdiği  uzlaşmayı reddettiler.

Platon’da dağınık bir şekilde bulunan hakikatler önünde eğilmeye hazır olmakla beraber, onları Kutsal Kitap’tan aldığını söyleyerek bunların orijinal olduğunu kabul etmiyorlardı. Hıristiyan kanıtları karşısında , Yunan felsefesi, kadim polemik alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kaldı...

Hıristiyanlar, YAHUDİLİĞİ ÖRNEK TUTARAK  Kutsal Kitaplar’ın yorumlarından başka felsefe, bir doktrinin doğruluğu hakkında, Kutsal Yazılar’da kaydedilmiş olan vahye uygunluğundan başka ölçü kabul etmiyorlardı. 

Attika büyük filozoflarının yazıları bir tür Kutsal Kitap, esas olarak da bir tür tabiat üstü vahiy haline geldi.  Onların benzeri  bulunmayan şaheserler olduğu söylendi ve her cümleyi, her kelimeyi esin kaynağı sayacak derecede, bunlara bağlanıldı. Filologlar, gramerciler, eleştiriciler, metinleri tahlil etmek, temizlemek, tespit etmek, yorumlamak konusununda birleştiler. Platon’un yalnız düşünce tarzını değil, fakat şekle aşık Yunanlılar için, eserlerinin hemen hemen içeriği kadar değerli olan edebi tarzını , yüksek anlatımını da taklit eder göründüler. Alkinoos, Atticus, Platon’u yorumladılar.             Aphrodisias’lı İskender, bu yorumların en iyisini yapmak için bilimini ve zekasının derinliğini Aristoteles’in yorumlanmasına hasretti. (İ.S. II.yy)

İşte bütün bu düşünsel süreç işlerken daha doğrusu eklektik felsefe çalışmalarının devamında  İskenderiye yeni –platonculuk okulunun pek az tanınmış kurucusu Ammonios Sakkas ve öğrencileri            Longinos,  Origenes, Herennios, PLOTİNOS, ünlü idealistin Platon’un ruhuna daha iyi nüfuz etmesini bildiler.  Yeni-Platonculukta, ve özellikle Plotinus’ta , Yunanistan’ın ruhu , Tanrı, evren, ve insanın varlığı hakkında on yüzyıllık düşüncelerinin sonucunu  kesin ve görkemli bir şekilde anlatmak için bir kez daha kendi kendini dinliyor gibidir.

Şimdi burada Sokrates’in dialoglarında olduğu gibi konuyu götürebileceğim daha çok yol var ve bir sonraki yazıma bırakarak burada sonlandırıyorum.

Araştıralım, düşünelim ve okuyalım.

 

Füsun   Kankat

Kaynakça: Alfred Weber ( Strasbourg Üniversitesinde Profesör)  Felsefe Tarihi  1998 basımı.                                       S. 106 “Eklektizm”

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7407 (20120822) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

5 Ağustos 2012 Pazar

PLATON VE TEKTANRI DÜŞÜNCESİNİN BAŞLANGIÇ ÖYKÜSÜ

            PLATON  VE  TEKTANRI  DÜŞÜNCESİNİN BAŞLANGIÇ  ÖYKÜSÜ               

Bütün bir felsefe tarihinin öyküsü çok ağır ve sağlam adımlarla incelendiğinde, daima varılan sonuç ; PLATON’un felsefenin babası olduğudur. Platon + Aristo = Felsefe. Kendinden önceki eski Yunan düşünürleri yani  önemli İonia’lı düşünürlerin (Pythagoras ve Anaxagoras gibi) kuramlarını ele alıp toparlamış, kendi dehasını da katarak büyük bir felsefi dizge haline getirmiştir. Dialoglar halinde olan 35 eser bırakmıştır. Evrenin en iyiyi temsil eden en yetkin bir akıl (bütün akılların üzerinde) tarafından büyük bir matematiksel  düzen halinde ereksel (teleolojik) bir yaratım olarak oluşturulduğunu ileri sürmüştür. Biricik, tek, en iyi, en yetkin akıl, akılların aklı... Bir prizmadan geçerek yansıyan ışınların vurması gibi diğer varlıklar da onun ışınlarıdır.

İdealar aleminin esas olduğu, duyumlarla elde ettiğimiz bilgilerin ikincil önemde olduğunu savunurken idealar aleminin Tanrısal dünya-Tanrısal hayatı temsil ettiğini, bu dünyadaki bilgilerimizin birer anımsama(anamnesis) olduğunu söyler büyük düşünür Platon. Ruhun ölümsüzlüğünü anlatırken Orphik-Pythagorasçı görüşün etkileri görülmektedir. Ruhun daha önce Tanrısal alemde sahip olduğu doğru idealar, gerçek hayatta duyumlarla edinilen bilgilerle su yüzüne çıkar anımsama halinde bilgiler meydana gelir. Menon dialoğunda Sokrates, hiç matematik bilmeyen bir köleye doğru ve en uygun sorularla bir geometri problemini çözdürerek bunu tanıtlar. Akılda var olan kodlarla bunu başarmıştır köle. En yetkin, en büyük akıl Demiurge, evrenin mimarıdır. Hava-Ateş-Su-Toprak gibi maddelerle ve evren-ruhu ile uzayda bulunan esas maddeleri(hylo) kullanarak bir sistem haline getirmiştir. Genesis-oluşum gerçekleşmiştir(kosmology-evrenbilim). Timaeus, Phaidon, Phaedrus  adlı dialogları ayrıntılı olarak okunduğunda “tektanrılı dinin” temellerini inşa etmiş olduğunu görebiliriz. Bu da hep Hristiyan döneme geçişin öyküsü kapsamında daha doğrusu Hristiyanlık tarihinde ele alınır ve incelenir. Şimdi burada tartışılması gereken esas konu; Platon ve önceli İonia’lı hatta İzmir-Urla’lı Anaxagoras , bu en büyük akıl (Nous) veya Demiurge (Tanrı) fikrini ortaya koyarken eski Yunan’daki politheist din anlayışından, monotheist din anlayışına geçişin temel taşlarıdır; ancak Hz. Musa ve Yahudiliğe ne demeli ?... Platon’dan  800 yıl önce Mısır’da Kenan diyarındaki bu büyük dinden etkileşim olmuş mudur ?

Platon, Güney İtalya ve Sicilya’da Sirakuza’da bulunmuştur. Hatta bazı kaynaklara göre Mısır’a İskenderiye’ye filan gittiği de söylenirse de şüphelidir. M.Ö.4. ve 3.yy.larda özellikle Hellenistik Dönem’de büyük bir “kültürel ve sanatsal anlamda” göç olmuş. Zamanın en ünlü entelektüelleri, filozofları ve bilim adamları orada toplanmış Kalimakhos gibi, Euklit, Hypatia gibi .                                                Mısır ve havalisindeki Yahudilere Hellenistik Kültür’ü götürmek, Hellenizm’le Yahudiliği ve Doğu Akdeniz kültürünü bir potada harmanlamak... Okuduğum yazarlar, örneğin Frank Thilly, bunu bu şekilde yorumluyorlar. Halbuki tam tersinden bakmak istiyorum; eski Yunan politheist dinden vazgeçiş döneminde Hz.Musa’dan mı etkilendi? Yoksa kendi aklıyla kendi  felsefesiyle bu büyük düşünce dizgesini oluşturdu. Yahudilik mi Antik Yunan’ı etkiledi? Hellen dünyası mı Yahudi dünyasını etkiledi? Büyük İskender’in fetihleri ve Hümanizma hareketi ile Yunanlılar Mısır ve Ön Asya ülkelerine gidiyorlar, Hellenistik kültürü taşıyorlar. Nitekim benim bidiğim kadarıyla İskenderiye’li Yahudi filozof Philon (MÖ.30-50) der ki :_Yahudilik, insan aklının toplamıdır. Pisagor ve Platon gibi Yunan düşünürleri ile Musa ve havarilerin öğretileri aynı temel üzerinde bulunmaktadır. Philon, bunu kanıtlamak için Platonculuk ve Stoacılık düşüncelerini okumuş vealegorik yöntemle kutsal yazılar ile bu düşünceler arasında bağlar kurmuştur.                                                                                                                       Son çözümlemede; Platon kendi aklıyla, akıl yürütme ile bu dünyanın bir mimari olduğunu  buluyor,  Musa Peygamber vahiy ile... Platon’da vahiy yok ve kendini peygamber ilan etmemiş...  Bütün eserlerinde, dialoglarında  devletçilik, ahlak, evrenbilim, ruhbilim, metafizik, eğitim konularında fevkalade sistemler ortaya koyuyor. Kendisinden sonra ve hatta Aristo’dan sonra “Patristik Dönem”den geçerek Doğu Roma (Bizans) Dönemi’nde  Hristiyanlık resmen kabuk ediliyor.  Kilise babalarının birtakım önemli konseylerinden sonra özellikle de MS.325’deki Nicea Konseyi (İznik)vs. derken Hristiyanlık dinine geçiliyor ve felsefe böylece dinin hizmetine girmiş oluyor. Hep eski Yunan politheist dinden Hristiyan monotheist din kültürüne nasıl geçildiği felsefe tarihinde hep incelenir ve irdelenir. Ne var ki Yahudilik (Judaizm) ve Musa Peygamber’den nasıl ne ne şekilde bir etkileşim olduğuna dair tatmin edici felsefi bir açılım veya yoruma pek rastlanmaz Philon’un dışında.                                Bu konuda  farklı kaynak ve yorumlar bekliyorum.  Eski ve unutulmuş kaynaklara bir fener, bir ışık tutacak olan olursa çok anlamlı bir açılım olacaktır.

Füsun Kankat

 

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7358 (20120805) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

15 Temmuz 2012 Pazar

ESKİ YERLER YENİ GÖRÜNTÜLER

                               ESKİ  YERLER  YENİ GÖRÜNTÜLER

Fransız Kilisesi’nin küçük kubbelerinin üzerinden dairesel hareketlerle pürtelaş uçarak önümüzdeki parka gelen ve yeni bir günün doğuşunu akrobatik hareketlerle kutlayan güvercinleri izliyorum.       Güvercinleri ve gürültücü martıları. Gün doğmadan, caddede piyasa ederek, mağazaların vitrinlerine bakan azametli martılar, insanların güne başlamasıyla sahneden nazikçe çekiliyorlar. Sabahın ilk ışıklarında burnumda pastaneden gelen mahlepli çatalçörek kokuları ile önümdeki park-meydana bakarken hayatın akışkan süreci içinde aynı kalan sokak ve binaların uzamında değişen pek çok şeyi düşündüm. Milet’li  Herakleitos’un ruhunu şad ettim. Bir nehirde iki defa yıkanılamayacağını söylerken tam da bunu kast etmiş olmalıydı. Önümdeki meydanda bugüne kadar neler olmadı; baktığım meydan kadar bakan gözlerim de çok farklı bir manada, farklı bir ruhta.                                             Kırk iki yıl önce önünde beyaz bir  Mercedes’ten gelinlikle indiğim kaldırım yok,  bir zamanlar orta meydanı dolduran o eski köşkler de yok zaten. 

Eyfel  Pastanesi’nden burnuma çarpan kızarmış mahlepli hamur kokuları ve sanki cama çarpacakmış gibi uçan onlarca kuşları seyrederken hayatın kendi akışında nasıl bir değişim ve tazelenme yaşandığını düşündüm. Maddeye ilişkin ne varsa durmasına karşın eskiden tanıdığım bir çok insan şu anda yok.  Sabaha kadar gitar çalıp şarkı söyleyen gençler var şimdi parkta.                                                                 Bazı yapılarda bir önceki kuşağın çocukları, torunları veya genç kiracıları, yaşıyorlar. Şimdi görebildiğim;  zaman içinde buraya yerleşen coşkulu gençler, değişik bir devinim içinde yabancı öğretmenler ve köpek gezdiren cadde sakinleri...                                                                                                            Akşam gün batımında kızıl fonda kiliselerin kubbelerini , şafak zamanında da kuşlar ve güzel kokularla beraber caddenin uyanışını seyrediyorum.Sabahı izleyen ben acaba aynı ben miyim?  Karakterimin dışında bilgeliğim, dayanıklılığım, huysuzluğum, huzuru didişken bir hayata yeğlemem vb. benim de ruhumdan pek çok sular aktığını düşünüyorum. Park-meydanın ruhu nasıl değiştiyse, Saroz Körfezi’nin suları nasıl sürekli kendini yeniliyorsa, insan da ruhunda aynı mana ile yaşayıp gitmiyor.Kimi zaman yeni bilgiler, kimi zaman yeni deneyimler, yeni acılar veya sevinçler insan ruhunu rokoko gibi işliyor, zenginleştiriyor, değişime uğratıyor. Semtlerin de ruhu var; tıpkı “dünya ruhu” (anima mundi) gibi...             O semti yaşatan, yürüten işleten bir ruh var. Kiliseleriyle, birbirine benzemeyen yapıları, antikacısı, eczanesi, camileri, daha eskisi, biraz daha yenisi . Yaşlanan kasap, ölen filanca amcanın oğlu halıcı,    filanca eczacının büyümüş yetişkin kızı, o semtin ruhudur. Birilerini göz ucuyla görürsün ve tanırsın görüşmesen de...Fabrikasyon seri imalat yapılardan oluşan yeni semtlerde kilise yoktur, antikacı, yorgancı yoktur, eski kuşaktan bir eczane, tarihi bir kolej, eski bir kitapçı, tarihi markalaşmış bir pastane, eskiden beri gittiğiniz bir dişçi yoktur. Ruhu olmayan bir mekan, insan ruhunda boşluk yaratır. Dünya ruhundan semt ruhuna, semt ruhundan insan ruhuna akan bir yaşam suyu var. İnsana yaşadığını hissettiren de bu akışkanlık galiba... Kuşlar biraz dinginleşti, şimdi çay vaktidir. Yeni bir gün, yeni oluşumlara gebedir . Genesis; sürekli oluşan ve yok olan nesneler dünyası.                                                  Tüm iyimserliğim ve umutlarımla günü karşılıyorum. Hoş geldin sabah, hoş geldin.

 

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7301 (20120715) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

13 Haziran 2012 Çarşamba

DR. WATSON

                  DR:WATSON’U FELSEFİ’YORUM’   

 

İşte en basit yorum; Hayat, tependeki çadır yok olduğunda gökyüzündeki yıldızları gözlemliyebilmektir. Milyonlarca galaksi, milyonlarca gezegen bulunduğunu  görebilmek

Satürn’ün Aslan burcuna girdiğini fark edebilmektir. Meterolojiyi iyi tahmin edebilmek ve dahası ve de en güzeli Tanrı’nın herşeye gücü yettiğini ve bizim bu evrende veya kosmos’ta

Ne kadar ufak olduğumuzu idrak etmektir. “Çadırımızın çalındığını kafaya takıp, sızlanmalarla tüketeceğimiz bir zaman dilimi değildir”. 

Bir durumu farklı kişilerin ağzından dinlerken ya ferahlarız ve değişik sulara yelken açarız, ya da dünyamız kararır ve enerjimizin tükendiğini hissederiz. Çünkü anlatıcılardan biri felsefi derinliklerden çıkarır cümlelerini, diğeri ise sığ ve kumlu sözcükleri tercih eder.

Kimisi eski, yorgun ve kuytu bir köşede dinlenirken oturduğu kumaşı epirmiş eski koltuğun

yaşanmışlıklarını hayal eder ve o dönemin tarihçesini araştırmaya niyet eder ve hiç canı sıkılmaz. Diğeri “burası ne kadar köhne bir yer,  içim sıkıldı” yorumundadır. Son çözümlemede; akıl hayatı, cennete de çevirir ceehenneme de! 

 

Hayat; Ali Muhiddin Hacı Bekir’de  badem ezmesi eşliğinde kahvenizi yudumlarken,

aynı zamanda duvarları süsleyen 1902 tarihli faturayı, Osmanlı döneminde Hacı Bekir’in

Mısır’da Kahire’de Opera Meydanında şubesi olduğunu, o yıllarda Paris Pastacılık kurumundan ödül aldığını ve o dönemin Osmanlı anketli belge ve faturalarını incelediğinizde

hiç canınız sıkılır mı?  Ali Muhiddin Hacı Bekir’in 1900lerin başlarında Fenerbahçe Spor

Klubü başkanlığı yaptığını bilirmisiniz? Duvardaki o fotoğrafta  dönemin ünlü futbolcuları ile çekilmiş resmi görünce duygulandık doğrusu... Yolunuz düştüğünde Kadıköy’deki Hacı Bekir

sizi ziyadesiyle mutlu etmeye yetecektir.

Çırağan Otelindeki Gazebo Lounge’da gereğinden fazla aristokratik bir sunumla elinizde tutttuğunuz cafe latte’nizi yudumlarken fevkalade depresif bir ruh hali içerisinde sürünebilirsiniz de Allah korusun...

Evet yineliyorum; “akıl içinde bulunduğun zamanı cennete çevirdiği gibi cehenneme de

çevirebilir”.                                                                                                                                                           

 

Ayrıntıları ıskalamadan,  “Dünya Tatil Köyü”ndeki misafirliğimizin tadına varalım...

Herşey gönlünüzce olsun!

 

Füsun Kankat  

 

 

 

 

 

 

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7218 (20120613) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

12 Haziran 2012 Salı

MATRAK FELSEFE

                  MATRAK  FELSEFE  DERSLERİ ( FELSEFESPRİ )

 

Siz hala felsefenin sıkıcı ve anlaşılmaz olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Filozofun içgörü dediği şeyle fıkracının ‘zınk’ diye oturttuğu espri aynıdır aslında.

Fıkra ve esprilerin kuruluşu ve etkisiyle, felsefi kavramların kuruluşu ve etkisi aynı malzemelere dayanır.Felsefe de mizah gibi aklımızı gıdıklamaz mı? İşte bir “felsefespri”:

 

     Sherlock Holmes, Watson’la birlikte kamp yapmaktadır. Gecenin geç bir saatinde Holmes,

uyanır ve  Dr. Watson’ı dürter. “Watson” der, “göğe bak ve bana ne olduğunu söyle”.

“Milyonlarca yıldız görüyorum, Holmes “ der Dr. Watson.

“Peki, bundan ne sonuca varıyorsun, Watson? “

Watson, biraz düşünür, sonunda, “Şey” der,”astronomik açıdan milyonlarca galaksi ve muhtemelen milyarlarca gezegen bulunduğu sonucuna varıyorum. Astrolojik açıdan Satürn’ün Aslan burcuna girdiğini görüyorum. Zamansal açıdan saatin yaklaşık üçü çeyrek geçtiğini kestirebiliyorum. Meteorolojik açıdan yarının harika geçeceğini düşünüyorum.

Teolojik açıdansa, Tanrı’nın herşeye gücünün yettiğini ve bizim minnacık olduğumuzu çıkarabiliyorum. E, peki sen ne sonuca vardın Holmes?

“ Birisi çadırımızı çalmış  dostum! “

 

Biraz da din felsefesinden söz edelim; Fransız matematikçi ve filozof Pascal ( on yedinci yüzyıl)  Tanrı’ya inanmaya veya inanmamaya bahse tutuşmuştu. Hatırlayın, ‘Pascal’ın Bahsi’

diye bilinir. Tanrı’nın varlığına inanmayı seçmemiz  ve herşey bittiğinde Tanrı’nın olmadığının ortaya çıkması büyük bir sorun değildir.Eh, tabii Yedi Ölümcül Günah’ı şöyle doyasıya yaşayamadan gitmiş oluruz ama bu, diğer seçenekle karşılaştırıldığında önemsizdir.

Öte yandan Tanrı yoktur der ve sonunda kendisiyle karşılaşırsak hapı yuttuk, yani ebedi saadeti kaçırdık demektir. Bu nedenle , der Pascal, Tanrı varmış gibi yaşamak  stratejilerin en iyisidir. Bu tavır ‘Pascal’ın Bahsi’diye bilinir. Bizler  buna kısaca ‘neme lazım’ deriz.

İşte Pascal’dan ilham alan yaşlı bir kadının başrolünde olduğu bir fıkra :

 

 

‘BAHİSTE  ÇOK  İYİYİMDİR’

Kadın, içinde 100 bin dolar bulunan bir çantayla bankaya girer ve bir hesap açtırmak istediğini söyler. Temkinli banka müdürü kadına parayı nereden bulduğunu sorar. “ Bahisten”der kadın, “bahiste çok iyiyimdir”.

Şaşıran müdür, “Ne tür bahisler? Diye sorar. Kadın “Her tür” der.

“ Mesela hemen burada, yarın öğlen on ikide sağ kalçanızın alt tarafında bir kelebek dövmesi bulunacağına 25 bin dolarına bahse grebilirim.”

“Girerdim bu bahse” der müdür.”Ama bu kadar saçma bir bahisle paranızı almak istemem.”

“Eh” der kadın, “bahse girmezseniz ben de gider paramı başka bankaya yatırırım.”

“Yok, yok, acele etmeyin, canım” der müdür. “Tamam bahse varım.”

Kadın, ertesi gün öğlen vaktinde, yanında tanıklık için avukatıyla gelir. Banka müdürü,

arkasını döner, pantolonunu indirir ve bakmalarını söyler.  “Tamam” der kadın, “yalnız kesin görebilmemiz için biraz daha öne eğilir misiniz lütfen?” Müdür iyice eğilir, kadın onaylar ve çantasını açıp 25 bin doları saymaya koyulur.

Bu arada avukat, müdürün masasının karşısındaki koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında kara kara düşünmeye dalmıştır.  “Bunun nesi var?” diye sorar müdür.”Kaybettiği için üzgün!” der

yaşlı kadın.  “ Buraya gelirken  sizin bize saat on ikide kıçınızı açıp göstereceğinize dair

100 bin dolarına iddiaya girmiştik.”

 

Füsun Kankat  

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7216 (20120612) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

E-posta gönderiliyor: DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

<<...>>
DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

Büyük İskender müthiş bir adammış. Buna mukabil Cengiz Han'ın hayatı sadece
vurup kırma, yıkım ve talan üzerine. Cengiz Han, kendi ırkından olmayanları
, barbar ve düşman ilan ederken İskender, askerlerini kendi ırkından
olmayanlarla evlenmeye teşvik ediyor.
İskender, Cengiz Han'dan bin beş yüz yıl önce yaşamış.Bırakın Cengiz Han'ı,
daha çok yakın bir tarihe kadar bizim buralarda yabancı kadınlarla
evlenenler ordudan atılıyordu.
Ölürken İskender'in üç isteği olmuş; birincisi, tabutunu
doktorlar taşısın istemiş.Böylece ölüme karşı doktorların da çare
olamayacağı anlaşılacakmış.
İkincisi, hazineleri tabutunun geçtiği yollara çepeçevre dizilsin istemiş,
ki böylelikle hazinelerin ölüme engel olamadığı anlaşılsın.
Üçüncü ve son isteği de, ellerinin tabutun iki tarafına sarkması imiş;
böylelikle ellerin boş gelip boş gittiği,zamanın elde tutulamayacağı halka
bir ders olacakmış.
Cengiz Han'ın ise bilinen tek bir sözü var, o da şu: " Bizden
sonra gelecek olanlar yaldızlı elbiseler giyecekler, yağlı ve tatlı
yiyeceklerle beslenecekler, en güzel kısraklara binecekler, en güzel
kadınları kollarına alacaklar. Ancak maalesef bütün bunları bizim sayemizde
yaptıklarını bilmeyeceklerdir."
İskender'i A r i s t o eğitmiş. Her ne kadar silah, savaş,
ordu veya soğuk savaş gibi hikayeler tadımızı tuuzumuzu kaçırsa da, o
zamanlar ordular savaşır, yeni yerler ele geçirir, insanları talan
ederlerdi. O zamanın durumu öyleydi. Tamam bu zamanın durumu da öyle madem,
bari zamanın iyi filozofları eğitsin bu adamları. Felsefe profesöleri,
psikologlar, sosyologlar alsınlar mesela ön seçimi kazanmışları, öğretsinler
temel kuramları. Lafı evrip çevirmesinler, uzatmasınlar, hafif şakalaşarak,
hafif te sert yaparak hiç değilse iki sene , yüksek okul eğitimi kadar bir
zaman ders versinler, vizyon sahibi yapsınlar.
Dünyanın her yerindeki yöneticiler için yaz kampları olsun. Her ülkenin
başbakanı, cumhurbaşkanı, orgeneralleri, hepsi bu yaz kampında günde iki
saat yüzme, öğlenleri tabldot yemek, bütün gün de resim, müzik ve kuramsal
sohbet dersleri. Hem onların canının sıkıntısı geçer, hem de bizim içimiz
rahat eder.
Çocuklara bir sürü, bir sürü paralar vererek yaz okulları aranacağı yerde,
çocuklar, sokaklarda özgür ve mesut dolaşsa, her mahallede bir ressam abla
gönüllü resim öğretse, bir gitarist abi, gitar çalıp onları yönlendirse her
evin yakınında bir yüzme havuzu olup yüzme öğrenseler hayat mütevazi ve
ahenkli bir şekilde daha az para, daha çok kültür üzerine akıp gitse....Yani
ileri aşamadan bahsediyorum. Ama yemin ederim, istense olabilir, tıpkı
Eskişehir'de olduğu gibi. Önce ben demeyen, önce kamu(comun, halk,toplum)
diyen gelişmiş ruhların elleri değdiği zaman hepsi olur.


Füsun Kankat





__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza
veritabanı sürümü: 7213 (20120611) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

                DEVLET  BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

 

Büyük İskender müthiş bir adammış. Buna mukabil Cengiz Han’ın hayatı sadece vurup kırma, yıkım ve talan üzerine. Cengiz Han, kendi ırkından olmayanları , barbar ve düşman ilan ederken İskender, askerlerini kendi ırkından olmayanlarla evlenmeye teşvik ediyor.

İskender, Cengiz Han’dan bin beş yüz yıl önce yaşamış.Bırakın Cengiz Han’ı, daha çok yakın bir tarihe kadar bizim buralarda yabancı kadınlarla evlenenler ordudan atılıyordu.

               Ölürken İskender’in üç isteği olmuş; birincisi, tabutunu doktorlar taşısın istemiş.Böylece ölüme karşı doktorların da çare olamayacağı  anlaşılacakmış.

İkincisi, hazineleri tabutunun geçtiği yollara çepeçevre dizilsin istemiş, ki böylelikle hazinelerin ölüme engel olamadığı anlaşılsın.

Üçüncü ve son isteği de, ellerinin tabutun iki tarafına sarkması imiş; böylelikle ellerin boş gelip boş gittiği,zamanın elde tutulamayacağı halka bir ders olacakmış.

               Cengiz Han’ın ise bilinen tek bir sözü var, o da şu: “ Bizden sonra gelecek olanlar yaldızlı elbiseler giyecekler, yağlı ve tatlı yiyeceklerle beslenecekler, en güzel kısraklara binecekler, en güzel kadınları kollarına alacaklar. Ancak maalesef bütün bunları bizim sayemizde yaptıklarını bilmeyeceklerdir.”

              İskender’i A r i s t o  eğitmiş.  Her ne kadar silah, savaş, ordu veya soğuk savaş gibi hikayeler tadımızı tuuzumuzu kaçırsa da, o zamanlar ordular savaşır, yeni yerler ele geçirir, insanları talan ederlerdi. O zamanın durumu öyleydi. Tamam bu zamanın durumu da öyle madem, bari zamanın iyi filozofları eğitsin bu adamları. Felsefe profesöleri, psikologlar, sosyologlar alsınlar mesela ön seçimi kazanmışları, öğretsinler temel kuramları. Lafı evrip çevirmesinler, uzatmasınlar, hafif şakalaşarak, hafif te sert yaparak  hiç değilse iki sene , yüksek okul eğitimi kadar bir zaman ders versinler, vizyon sahibi yapsınlar.

Dünyanın her yerindeki  yöneticiler için yaz kampları  olsun. Her ülkenin başbakanı, cumhurbaşkanı, orgeneralleri, hepsi bu yaz kampında günde iki saat yüzme, öğlenleri tabldot yemek, bütün gün de resim, müzik ve kuramsal sohbet dersleri. Hem onların canının sıkıntısı geçer, hem de bizim içimiz rahat eder.

Çocuklara bir sürü, bir sürü paralar vererek yaz okulları aranacağı yerde, çocuklar, sokaklarda özgür ve mesut dolaşsa, her mahallede bir  ressam abla gönüllü resim öğretse, bir gitarist abi, gitar çalıp onları yönlendirse her evin yakınında bir yüzme havuzu olup yüzme öğrenseler hayat mütevazi ve ahenkli bir şekilde daha az para, daha çok kültür üzerine akıp gitse....Yani ileri aşamadan bahsediyorum. Ama yemin ederim, istense olabilir, tıpkı Eskişehir’de olduğu gibi. Önce ben demeyen, önce kamu(comun, halk,toplum) diyen gelişmiş ruhların elleri değdiği zaman hepsi olur.

 

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7213 (20120611) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

                DEVLET  BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

 

Büyük İskender müthiş bir adammış. Buna mukabil Cengiz Han’ın hayatı sadece vurup kırma, yıkım ve talan üzerine. Cengiz Han, kendi ırkından olmayanları , barbar ve düşman ilan ederken İskender, askerlerini kendi ırkından olmayanlarla evlenmeye teşvik ediyor.

İskender, Cengiz Han’dan bin beş yüz yıl önce yaşamış.Bırakın Cengiz Han’ı, daha çok yakın bir tarihe kadar bizim buralarda yabancı kadınlarla evlenenler ordudan atılıyordu.

               Ölürken İskender’in üç isteği olmuş; birincisi, tabutunu doktorlar taşısın istemiş.Böylece ölüme karşı doktorların da çare olamayacağı  anlaşılacakmış.

İkincisi, hazineleri tabutunun geçtiği yollara çepeçevre dizilsin istemiş, ki böylelikle hazinelerin ölüme engel olamadığı anlaşılsın.

Üçüncü ve son isteği de, ellerinin tabutun iki tarafına sarkması imiş; böylelikle ellerin boş gelip boş gittiği,zamanın elde tutulamayacağı halka bir ders olacakmış.

               Cengiz Han’ın ise bilinen tek bir sözü var, o da şu: “ Bizden sonra gelecek olanlar yaldızlı elbiseler giyecekler, yağlı ve tatlı yiyeceklerle beslenecekler, en güzel kısraklara binecekler, en güzel kadınları kollarına alacaklar. Ancak maalesef bütün bunları bizim sayemizde yaptıklarını bilmeyeceklerdir.”

              İskender’i A r i s t o  eğitmiş.  Her ne kadar silah, savaş, ordu veya soğuk savaş gibi hikayeler tadımızı tuuzumuzu kaçırsa da, o zamanlar ordular savaşır, yeni yerler ele geçirir, insanları talan ederlerdi. O zamanın durumu öyleydi. Tamam bu zamanın durumu da öyle madem, bari zamanın iyi filozofları eğitsin bu adamları. Felsefe profesöleri, psikologlar, sosyologlar alsınlar mesela ön seçimi kazanmışları, öğretsinler temel kuramları. Lafı evrip çevirmesinler, uzatmasınlar, hafif şakalaşarak, hafif te sert yaparak  hiç değilse iki sene , yüksek okul eğitimi kadar bir zaman ders versinler, vizyon sahibi yapsınlar.

Dünyanın her yerindeki  yöneticiler için yaz kampları  olsun. Her ülkenin başbakanı, cumhurbaşkanı, orgeneralleri, hepsi bu yaz kampında günde iki saat yüzme, öğlenleri tabldot yemek, bütün gün de resim, müzik ve kuramsal sohbet dersleri. Hem onların canının sıkıntısı geçer, hem de bizim içimiz rahat eder.

Çocuklara bir sürü, bir sürü paralar vererek yaz okulları aranacağı yerde, çocuklar, sokaklarda özgür ve mesut dolaşsa, her mahallede bir  ressam abla gönüllü resim öğretse, bir gitarist abi, gitar çalıp onları yönlendirse her evin yakınında bir yüzme havuzu olup yüzme öğrenseler hayat mütevazi ve ahenkli bir şekilde daha az para, daha çok kültür üzerine akıp gitse....Yani ileri aşamadan bahsediyorum. Ama yemin ederim, istense olabilir, tıpkı Eskişehir’de olduğu gibi. Önce ben demeyen, önce kamu(comun, halk,toplum) diyen gelişmiş ruhların elleri değdiği zaman hepsi olur.

 

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7213 (20120611) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

E-posta gönderiliyor: DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

<<...>>
DEVLET BAŞKANLARINA YAZ OKULLARI

Büyük İskender müthiş bir adammış. Buna mukabil Cengiz Han'ın hayatı sadece
vurup kırma, yıkım ve talan üzerine. Cengiz Han, kendi ırkından olmayanları
, barbar ve düşman ilan ederken İskender, askerlerini kendi ırkından
olmayanlarla evlenmeye teşvik ediyor.
İskender, Cengiz Han'dan bin beş yüz yıl önce yaşamış.Bırakın Cengiz Han'ı,
daha çok yakın bir tarihe kadar bizim buralarda yabancı kadınlarla
evlenenler ordudan atılıyordu.
Ölürken İskender'in üç isteği olmuş; birincisi, tabutunu
doktorlar taşısın istemiş.Böylece ölüme karşı doktorların da çare
olamayacağı anlaşılacakmış.
İkincisi, hazineleri tabutunun geçtiği yollara çepeçevre dizilsin istemiş,
ki böylelikle hazinelerin ölüme engel olamadığı anlaşılsın.
Üçüncü ve son isteği de, ellerinin tabutun iki tarafına sarkması imiş;
böylelikle ellerin boş gelip boş gittiği,zamanın elde tutulamayacağı halka
bir ders olacakmış.
Cengiz Han'ın ise bilinen tek bir sözü var, o da şu: " Bizden
sonra gelecek olanlar yaldızlı elbiseler giyecekler, yağlı ve tatlı
yiyeceklerle beslenecekler, en güzel kısraklara binecekler, en güzel
kadınları kollarına alacaklar. Ancak maalesef bütün bunları bizim sayemizde
yaptıklarını bilmeyeceklerdir."
İskender'i A r i s t o eğitmiş. Her ne kadar silah, savaş,
ordu veya soğuk savaş gibi hikayeler tadımızı tuuzumuzu kaçırsa da, o
zamanlar ordular savaşır, yeni yerler ele geçirir, insanları talan
ederlerdi. O zamanın durumu öyleydi. Tamam bu zamanın durumu da öyle madem,
bari zamanın iyi filozofları eğitsin bu adamları. Felsefe profesöleri,
psikologlar, sosyologlar alsınlar mesela ön seçimi kazanmışları, öğretsinler
temel kuramları. Lafı evrip çevirmesinler, uzatmasınlar, hafif şakalaşarak,
hafif te sert yaparak hiç değilse iki sene , yüksek okul eğitimi kadar bir
zaman ders versinler, vizyon sahibi yapsınlar.
Dünyanın her yerindeki yöneticiler için yaz kampları olsun. Her ülkenin
başbakanı, cumhurbaşkanı, orgeneralleri, hepsi bu yaz kampında günde iki
saat yüzme, öğlenleri tabldot yemek, bütün gün de resim, müzik ve kuramsal
sohbet dersleri. Hem onların canının sıkıntısı geçer, hem de bizim içimiz
rahat eder.
Çocuklara bir sürü, bir sürü paralar vererek yaz okulları aranacağı yerde,
çocuklar, sokaklarda özgür ve mesut dolaşsa, her mahallede bir ressam abla
gönüllü resim öğretse, bir gitarist abi, gitar çalıp onları yönlendirse her
evin yakınında bir yüzme havuzu olup yüzme öğrenseler hayat mütevazi ve
ahenkli bir şekilde daha az para, daha çok kültür üzerine akıp gitse....Yani
ileri aşamadan bahsediyorum. Ama yemin ederim, istense olabilir, tıpkı
Eskişehir'de olduğu gibi. Önce ben demeyen, önce kamu(comun, halk,toplum)
diyen gelişmiş ruhların elleri değdiği zaman hepsi olur.


Füsun Kankat





__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza
veritabanı sürümü: 7213 (20120611) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr