28 Nisan 2012 Cumartesi

NARKİSSOS VE EKHO

                      NARKİSSOS  VE  ECHO

Nerkis çiçeğine adını veren Narkissos’un öyküsü her çağda şairleri esinlemiş bir öyküdür. Onu en güzel anlatan Latin şairi Ovidius olmuştur. Ovidius, Narkissos’la Ekho efsanelerini birleştirip iki insanın aşk uğruna harcadıkları boşuna çabaları bir tek dram olarak canlandırır. Ovidius’u bizler,  coğrafyalar güzeli Datça’nın sembolü haline gelmiş rahmetli Can Yücel’in mükemmel çevirisiyle biliyoruz. Onun ustaca çevirisi, Narkissos ve Ekho’yu bize daha sarih yani anlaşılabilir bir tarzla anlatıyor.

Bu doğa yoluyla, doğa düzleminde anlatılan efsane aslında insanlara çok şey anlatıyor. Narsist olmanın insanı nasıl yalnızlığa ve yok oluşa sürüklediğini..sevgi alışverişi gerçekleşmediği zaman sınırsız bir kendine hayranlık durumunun aslında kronik mutsuzluk sendromu denilen illetten kurtulmanın zor olduğunu anlatıyor. Narsisizm (kendine hayranlık), insanlar arası ilişkiyi rayından çıkaran bir durum. İnsan yaşamı sevgi ile yürüyen bir süreç; sevgi tüm kusurları örten, koşulsuz özveriyi mümkün kılan, hayatı kolaylaştıran en büyük enerji.  Sevgi olmadığı zaman kimse bir başkası için kolunu kıpırdatmaz. Sevgi, hayatın ta kendisi .. köpeğine sevgi, denize sevgi, bahçene sevgi..çok şey sıralayabiliriz. Bunların hepsi özveri ve emek ister. Köpeğini sevmezsen, yorgun argın gecenin bir vakti veya sabahın köründe giyinip dışarı çıkabilir misin? Denizi tutkuyla sevmezsen tekneye ,yelkene veya balığa çıkmaya enerji bulabilir misin?

İnsan ilişkilerinde özellikle “aşk” söz konusu olduğunda,  bir erkek veya kadın aşık değil ise bütün hayatının akışını bir başkası için değiştirebilir mi? Naif ve şirin Nerkis çiçeğinden nerelere gittik...Aslında Mitoloji sadece öylesine masallarla uydurulmuş  palavralar zincinden daha fazlasını  içeren  bir hayat felsefesidir. Derin düşünülürse, her mitten bir ders çıkartmak mümkün...

İlkçağ’da olsun Yakınçağ’da olsun insan düşünen bir varlık olduğuna göre çağlar boyu ne düşünmüşler, ne yazmışlar bir anlayalım demek boynumuzun borcudur diyerek Platon’dan, Liebnitz’e Kant’tan  Russel’a, Derrida’ya birçok düşünürün “—ona göre bu meslenin aslı şöyledir...buna göre bu meselin aslı böyledir” diye okumadık mı?  Descartes’ın dediği gibi “—Düşünüyorum, o halde varım!”                         Bu dünyada bir kır çiçeğinin bile bir felsefesi  var. Bundan böyle yanından geçtiğim nergislere daha düşünceli davranacağım ve şöyle bir sevgiyle dokunacağım...

Füsun Kankat

 

 

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7094 (20120428) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

26 Nisan 2012 Perşembe

TİYATRO TARTIŞMALARI

TİYATRO  TARTIŞMALARI

 

Zıtlıklar, sürtüşmeler, hararetli kısır tartışmalar, hasmane ilişkiler, sözde sanat tartışmaları ve alabildiğine öfke ortamında bendeniz bütün bu kötü koşullara rağmen; her şeye rağmen kendi kültür kulübümde mutlu mesut ilkbaharı yaşıyorum.  Bu yaşıma kadar hiç duymadığım sözler ve sıfatlar havada uçuşuyor. Laik-antilaik, mütedeyyin (bu kelime bugüne kadar hiç bu kadar sık kullanılmamıştı)      Shakespeare mi? Sezai Karakoç mu? Kısakürek mi? Sahnelensin. Onu da repertuarınıza alın ötekini de! Bir dönem onun eseri seçilir, öbür dönem diğerinin. Herkeste bir öfke, bir husumet, bir asabiyet..Bir taraf, diğer tarafın hoşuna gitmeyen bir öğeyi alıp hayatında es kaza uyguluyorsa vay haline. Kategorize olmadan yaşamak neredeyse imkansız. Biz nasıl bu hale geldik!...Sebep olup da halen hayatta olanlar yalılarından ve Bodrum’daki evlerinden içleri rahat seyredebiliyorlarsa memleketin halini, bravo onlara!

M.Ö. 510’da Tiranlığa son verilip demokrasiye geçildi eski Yunan’da. Demos: halk, kratia:güç yani halkın gücü geldi. Böylece daha özgür, daha esnek bir ortamda sanatın bütün dalları en yüksek zamana erişti. Özgür ve serbest düşünce sanatı besledi. En önemli sanatçılar bu dönemde yetişti.  Demokrasi kelimesi her ne kadar halkın gücü anlamına gelse de halkın gücü ile gelip muktedirin gücü ile biten ne yazık ki tarihte ve günümüzde halkın seçtiği hele bir de üst üste seçilmişlerse giderek tiranlara dönüşüyorlar. Eğer muktedirler öfke ve kin küpü bir kişilik sergiliyorlarsa bu öfke ve kin, durgun suya atılan taşın hareleri gibi bütün bir topluma yayılıyor. Gergin, agresif ve bulanık bir toplumda sanat diye bir şey zaten olmaz. Boşuna tartışıyorlar. Büyük sanatçıların ve virtüozların bu tuzağa düşmemeleri gerekir. Yüksek ruhların baş edemeyecekleri bir kavga ortamı olduğu gerçeğini kabul edelim. Sağlık durumu ve sinir sistemi güçlü olanlar gündemi takip etmeye devam edebilirler.              Yaşamın uçlarında değil de ortalarında genel geçer normlara uygun evrensel kıvamda, değişik türler oluşturmadan kardeşçe yaşayabileceğimiz , hem mantık hem nezaket düzleminde konuşmayı becerebileceğimiz normal bir ülkede yaşamayı düşünmek ! Saflık mı olur acaba? Hayır tam tersi normal olan budur. Bu milletin toptan bir trankilizana ihtiyacı var. Sakinleşmeden ne sanat olur, ne de tiyatro!...

 

Füsun Kankat

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7088 (20120426) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

25 Nisan 2012 Çarşamba

İLKBAHAR VE NERGİSLER

İLKBAHAR, AŞK  VE  NERGİSLER ÜZERİNE  SERENAD

Mitolojik konular çağlar boyunca sanatın bütün dallarını etkilemiş, sanatçılara ilham kaynağı olmuştur. Mitolojik figürleri bilen bir insanın bu sanat eserlerini algılaması, yorumlaması ve tadını çıkarması başka güzel oluyor. Sadece heykel ve resim sanatı değil edebiyat ve özellikle şiir sanatına da müthiş bir esin kaynağı olmuştur.  En son kitaplarımı karıştırırken  keşfettiğim  değerli şair büyük usta Melih Cevdet Anday’ın “Rahatı Kaçan Ağaç” adlı şiir kitabından Mitolojik, felsefi ve arkeolojiden esinli şiirlerini okudum.  İçinde bulunduğumuz bu bol ışıklı ve bol yeşilli rengarenk ilkbahar günlerinde nergisler yine gözümüzü şenlendiriyorlar. İşte öncelikli olarak Melih Cevdet Anday’ın bu şirin çiçeğin mitini anlatan şiirini burada yazmak istedim.

NERGİS  İLE  YANKI

Nergis dünyaya geldiğinde

Su perisi olan anası

Ona baktı da uzun uzun

Ya bu dünya güzeli çocuk

Göze gelirse diye meraklandı,

Dar attı kendini falcının yanına,

“Oğlumun ömrü uzun mu falcı baba?”

Falcı mavi saçlı periye dedi ki,

“Evet, ama hiç görmezse kendini..”

Delikanlı Nergis on altısında

Sevgilisiydi herkesin

Ama hiçbiri bu talihsizlerin

Sokulamamıştı yanına,

Çünkü döndüğünü bilmiyordu dünya dünya

Büyümez gibi büyüyordu bervak otu

Kunduz bilmeden acıkıyordu

Görmeden bakıyordu geyik

Güzelliğini bilmeyen güzellik

Issızdı görkemi içinde

Nergis büyüsü içinde donuk donuktu.

Hani öğle saati amfitrit

Sallanaraktan derin sularda

Uyur ya ağır, kibirli, alıngan,

Hani kayalık dağın doruğundan

Göz açıp kapayıncaya kadar

Yürek oynatırcasına iniverir ya

Uçurum telaşsız ve yaban,

Hani kaldırır başını ormanı dinler

Gülümseme nedir bilmeyen  yavru şahin,

Hani papağanları ürkütür

Tavşanları kovalar yavru kaplan...

 

Bir gün kurduğu ağlara doğru

Sürerken ürkek geyikleri

Söze ilk başlamayı bilmeyen yankı

Onu görüp vuruluverdi

Ardına düştü Nergis’in gizlice.

Tutup yalvarmak isterdi

Yalvarıp sarmak isterdi

Ama Yankı’ydı o, biri söylerse ancak

Ancak son sözleri yinelerdi.

 

Çevresinde bir şeyler sezinleyen Nergis

Dedi ki “Kim var yanımda benim?”

Yankı mutlu, ses verdi:

“Ben’im!”

 

Nergis bakınıp dört yanına

Kimsecikler göremedi şaştı

Çünkü görünmek için en uygun sözü bekleyen

Ormana saklanmıştı.

 

Aldandı Nergis kendi sesine

Bağırdı, “Gel birleşelim!”

Yankı ses verdi gene

“Birleşelim!”

Ve Sarılmak için özlediğine

Çıktı ormandan.

 

Ama aldatıldığını anlayan Nergis

Onu korku ile itti

“Çek beni kucaklamak isteyen ellerini

Ölürüm de sana öyle yar olurum.”

Yankı da son olarak dedi ki,

“Yar olurum.”

Ve ormanın içlerine çekildi.

 

O günden beri ıssız mağaralarda

Kendini yakıp bitiren Yankı

İşittirir sesini bütün çağıranlara,

Söylemek istediği içinde saklı,

“O da sevsin dilerim Tanrım

Sevsin de kavuşamasın derim Tanrım.”

 

Oralarda bir akarsu vardı

Ne dağlarda otlamayı seven keçiler

Ne çobanlar, ne bir sürü, ne bir kuş,

Bozabilmişti duruluğunu  bu suyun,

Hiç güneş görmeyen bir kuyunun

Serinliği gibi serin, ne bir yaprak yüzer

Yüzünde, ne bir küçük titreyiş.

 

İşte av yorgunu Nergis

Uzandı içmek için bu suya

Görünce yüzünü birdenbire suda

Başkası sandı kendini,

Başkası diye vuruldu kendine.

Kalakaldı güzelliğinin önünde,

 

Mermer bir yonuttu sanki yüzü

Bir çizgisi bile oynamıyordu.

Seven de kendi, sevilen de.

Kaç kez kollarını boş yere

Suya daldırdı tutmak için bu başı

Açlık da ne, yorgunluk da ne,

Hiçbir şey onu bu yerden ayıramadı.

 

Niye Direniyorsun söylesene,

Kaçıcı bir görütü yakalamak için

Sen dönünce yok olacak sevdiğin ,

Seninle gelir, seninle gider gördüğün,

Sen kendinsin arkasından koştuğun,

Niye direniyorsun söylesene!

 

Büyülenmiş kendini seyrederken öyle

Suya damladı gözyaşları

Bir bulanıklık oldu suyun yüzünde

Silinip uzaklaşmaya başladı Nergis,

Sağlıcakla kal dedi ta derinden Nergis,

Düştü bitkin başı çiçekli çimenlere.

 

Nergis’in ölüsü bulunamadı

Düştüğü suda şimdi safran rengi

Beyaz bir çiçektir artık adı.

 

Melih Cevdet Anday

 

 

 

                      

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7086 (20120425) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

24 Nisan 2012 Salı

DÜNYA HALİ

                          DÜNYA’NIN  HALİ

Norveç’in çamları arasında yürürken, Palma kıyılarında yüzerken, İrlanda’nın göz alabildiğince yeşil kırlarında at üstünde kayalara vuran hırçın  dalgaları seyre dalarken; Katmandu’da kendini dinlerken,          Somali’de, Çad’da çocuklarla böğürtlenli çörekleri paylaşırken, Japonya’da,  Endonezya’da talihsiz bir afet sonrası çile çekerken insan hep aynı insandır. Sarı kafalısı, siyah kafalısı, kızılı hiç fark etmez.

İnsanlar kendi yurtlarında, kendi coğrafi bölgelerinin nimetlerinden faydalanıp, yokluklarını da sineye çekip kendi geleneksel tarzlarında yaşayıp giderlerken bazı megaloman milletler her nedense kendi yurtlarıyla yetinmeyip uzun ellerini kendilerinden fersah fersah uzak olan ülkelere uzatmaktan çekinmemişler ve çekinmiyorlar. En medeni, en kültürlü, en nazik ve en doğa sevgisi gelişmiş bi millet, çağlar boyunca en yağmacı rolü üslenmiş durumda. Dört bir tarafı deniz devasa bir Avrupa adasında     ormanlar ve kırlar üzerinde olan bu asil millet, batmayan güneş Vikingleri, Ostrogotları aratmayacak şekilde eski Yunanistan ve Ortadoğu’da mermer, kabartma, heykel, stelller Allah ne verdiyse silip, söküp götürmüş British Museum’u donatmakla kalmayıp oralardaki insan topluluğunu bir daha toparlanamayacağı kaotik başıbozuk bir yapıya sürüklemiş ve hala Ada ülkesi ve Atlantik ötesi şürekası uzun ellerini karakafaların lokmalarına uzatmaktan her koşulda ve her devirde vazgeçmiyorlar.

Ülkeler kocaman aileler gibidir. Bizler evlerimizde farklı imkanlara sahibiz. Birimizde bulunan bir eşya veya yiyecek, diğerinin evinde olmayabilir. Birbirimizin evine girip önce antika değerli bize özel objeleri, sonra da pirinç, çukulata Allah ne verdiyse çalıp çırpıp, bir de o aileye nifak sokup birbirlerine düşürsek, acaba neler olur?  Ondan sonra da hiçbirşey olmamış gibi toplantılarına, etkinliklerine katılıp kanaat önderliği yapsak? İşte bu çok medeni Anglo-Saxon ırkı (benim bir zamanlar hayran olduğum ve bütün yeni yetme yıllarımı dillerini öğrenmekle geçirdiğim) ve Atlantik ötesi devamı,  bunu asırlardır yapıyorlar. Cambridge’de, Oxford’da, Stanford’da, East Anglia’da, ilim-bilim-uygarlık öğretmeye devam ediyorlar.Gökkubbenin altındaki tü insanlar kendi coğrafi bölgelerinin imkanlarıyla yetinmeyi bir öğrenseler; yetinmekle kalmayıp ötekinin elinden tutmayı da başarabilseler dünya yaşanmaya değer devasa bir tatil köyü gibi olabilir belki kim bilir?

Dünyamızın selameti için birilerinin yorulup pes edip yağmacılıktan vaz geçmesini bekleyeceğiz.                 Önce kendi ülkemize, sonra da Ortadoğu’ya dirlik-düzenlik diliyorum. Umutlarımız tükenmemeli...

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7080 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

23 Nisan 2012 Pazartesi

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ...

             ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ...

Zaman; öfkeleri küllendirir,soğutur. Kırgınlıkları, hayal kırıklıklarını, depresif bakış açılarını

nötralize eder tıpkı ilaçlar gibi. Medikal çarelerin dışında zaman pekçok şeyi dinginleştirir,

rehabilite eder. Size sevimli gelmeyen, hoşnut olmadığınız bir mekan,ev veya  şehir, bir zaman sonra size iyi gelebilir. Geçen zaman zarfında o nehirden çok sular akmıştır. Bazı şekilsel ve manevi değişiklikler olmuştur. Bu değişiklik hem subjektif, hem objektif anlamdadır. Yaşamsal tercihlerin dışında edebi anlamda, hayatımızın kültürel uzantısında da

“zaman” çok önemli algılama değişikliğine neden olur. Yirmi yıl önce okuduğumuz veya okuyamadığımız bir edebi eseri şimdi okuduğumuz zaman bambaşka etkilenebiliriz.

E. Zola’nın nevrotik kıskançlık krizlerini anlatan “Sevmek Zamanı” bakalım şimdiki ruh halimizle okunduğunda gene aynı şidette bizi içine çekecek mi...

Değişen olaylar, düzenlemeler, ruh halleri, hissedişler, kararlarımızı belirler.

Eduardo Galeano’nun “Zamanın Ağızları” adlı kitabındaki küçük küçük öyküleri hayata dair

en anlamlı ipuçları verir. Özellikle Hatırlayan Çiçek başlıklı öyküsünde anlattığı Küba’dan getirilip Napoli’deki bahçesine dikilen Kelebek çiçeği aylar ve yıllar geçmesine rağmen kesinlikle çiçek açmıyor, yapraktan başka bir şey vermemeye devam ediyordu.

Nihayet eve Kübalı konuklar geldi, gece gündüz konuştular, Antiller tarzı şarkılar söylendi...

Bitki, kelimelerin bu müziğni yedi gün, yedi gece dinledi. Ev sahibi arkadaşlarını geçirmek üzere gittiği havaalanından eve döndüğünde bir de ne görsün, bir türlü açmayan çiçek açmıştır!...

Bunun gibi birbirinden naif ve düşündürücü hikayeciklerle doludur “Zamanın Ağızları”.

Bu kitabı keşfetmeme sebep olan Haşmet Babaoğlu’nu da gülümseyerek anıyorum.

Ben de bir zamanlar beni tedirgin eden, birtakım olumsuz ayrıntılara takılıp kendimi mutsuz hissettiğim eski yuvama ve eski semtime şimdi geri dönüyorum. Zira son yıllardaki kaçış noktalarım artık önemini yitirdi, zevk vermez oldu.

Hayat, son istasyona varmadan önce yeni ve anlamlı güzellikleri keşfedebildiğin keyifli bir yolculuk olmalıdır. Önemli olan treni değiştirmeden en rahat vagonda karar kılmaktır.

Hayatın mayası önce huzur, sonra düşünmektir. Huzurlu ve dingin bir düşünce hayatı insanın

yegane gerçeğidir. Yaşasın huzur !...

 

Füsun Kankat

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7079 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

İNSANLAR, TANRILAR VE MİTLER

                            İNSANLAR,  TANRILAR  VE  MİTLER  ÜZERİNE

 

Dünya üzerinde hayat başladıktan sonra,  varlıkların  en güzeli, en mükemmeli olan insan yaratıldı.   İnsanlar yeryüzünde görülüp  düşünmeye ve hayal kurmaya başladıkları zamanlarda kainatı ve kendilerini  yaratan  tanrıyı  aramışlardır. Esasen insan  yaradılışı itibariyle yaradanı aramak   eğilimindedir.  Henüz ilmin ışık tutamadığı ve tarihin kaydedemediği , geçmişin o karanlık devirlerinde insan, Tanrısını bazen güneşte, bazen yıldızda, bazen denizde, bazen ateşte aramış ve kendi aklınca bulmuş sanarak temsili heykelini yapmış, mabedini inşa etmiş ve ona tapmıştır.

Gerçek şu ki, mağaralarda yaşayan en ilkel insandan, atom devrinin en gelişmiş insanına gelinceye kadar “insanlık” hiçbir zaman Tanrısız kalmamış, Tanrısız yaşamamıştır.  Tanrıya inanmadığını sandığı, daha doğrusu Tanrısını inkar ettiği zamanlarda bile insan, sadece Tanrısını değiştirmiştir, yani, bir inancı bırakmış, başka bir inanca sarılmıştır.  Dün inandığını bugün inkar ederken, bir mabetten yeni bir mabede girdiğinin farkına varmamış, inkarın da bir inanç olduğunu anlayamamıştır.

Eski Yunanlıların inandıkları tanrı, tanrıça ve kahramanların hayat ve maceralarından bahseden Mitoloji’yi okurken, insanoğlunun kendini yaratan Tanrısını, arama ve bulma hususunda  yüzyıllar boyunca ne hayaller kurduğunu , ne geniş bir düşünce dünyası olduğunu görüyoruz.

Kandilleri sayısız yıldızlardan ibaret bulunan gök-kubbesi, bütün insanlığı içine almış muhteşem bir mabet gibidir.  Öyle büyük ve heybetli bir mabet ki onun içinde en eski zamanlardan bu yana,  Hind’in esrarlı mabetleri, Konfüçyüs  ve Buda’nın pagodları, eski Mısır’ın akıllara hayret veren muazzam ibadethaneleri,  Fidyas’ın  heykellerini yonttuğu Yunan tanrılarının zarif zarif tapınakları bulunmaktadır.  Sayısız  sinagoglar,  milyonlarca kilise ve camiler  hep o gökkubbenin  mabedi  içinde  mevcut olup hala milyonlarca insanı ibadete çağırmaktadır...Hangi devirlerde yaşamış  bulunursa bulunsun, hangi renkten, hangi ırktan olursa olsun, hangi dille ibadet ederse etsin, hangi mabudun önünde eğilirse eğilsin  “insan”, şu veya bu şekilde hep aynı  tanrıya tapmıştır ve tapmaktadır.

Eski Yunanlıların inançlarına göre, insanlar yaratılmadan önce tanrılar vardı. Ve tanrılar insanların şeklinde idi.  İnsanlar gibi onlarında meziyetleri,  kusurları vardı.  Yunan tanrıları ve tanrıçalarının hayatları, adeta insanların hayatları gibiydi. Böylece Yunanlı, kendisini tanrısında ve tanrısını da kendisinde bulmuştu. Eski Yunanlı yalnız tanrısında değil, her şeyde insanı bulur ve insanı görür.   Eski Yunan mitolojisinin güzelliği ve o mitolojiyi güzelleştiren süsleyen, besleyen eski Yunan  edebiyatının ölmezliği de buradan geliyor.  O her şeyde insanı görmüş ve insanı bulmuş. Yunanlıya göre dağlarda, ırmaklarda, çeşmelerde, yıldızlarda, ağaçlarda, çiçeklerde, kuşlarda, kurtlarda her şeyde,  heryerde insan vardır.  Mesela  keklik kuş olduğu halde neden fazla havalanamıyor ?  O, keklik olmadan önce Giritli büyük sanatkar  DAİDALOS’un  yeğeni TALOS idi.  Amcası tarafından sanatı ve becerikliliği kıskanıldığı için AKROPOLİS’ten aşağı atılmıştı.  O sırada zeka tanrıçası Athena, onu yakaladı ve kekliğe dönüştürdü.  Bu yüzden keklik,  yere düşerek parçalanmaktan korktuğundan yuvasını bile yerde yapar.

Peki, kurt neden kan dökücüdür ?  Örümcek neden ağ örmektedir ?  Yunanlı, kurdu bir hayvan olarak görmez. O, BYLKAON adında bir kraldır.  Kan döktüğü için kurda çevrilmiştir.   Örümceğe gelince o, Anadolu’lu  ARAKNE hanımdır.Gergef işlemekte kendini zeka tanrıçasından üstün gördüğü için örümceğe çevrildi ve hala eski alışkanlığını sürdürmektedir.  Büyük yazar KAFKA, Değişim adındaki romanını yazarken muhakkak  ARAKNE mitinden  ilham almıştır.

Manisa’da meşhur bir kaya var,  Manisa Dağı’nda (eski Sipylos Dağı),  bu kaya cansız bir kaya değildir.  Niobe Kayalığı olarak bilinir.  Öldürülen çocuklarının acısına dayanamayan, taş kesilen dertli ana Niobe’dir. Bu kayanın bir yüzü gece gündüz, yazın en sıcak günlerinde bile hep ıslaktır. Zavallı anne yüzyıllardan beri Manisa’nın bu ıssız dağında, sessizce ağlamaktadır.

Eski Yunanlıların samimi olarak inandıkları tanrıları, tanrıçalar, kahramanlar hakkında uydurdukları mitlerde, yüzyılların soldurmadığı bir güzellik, bir derinlik ve sembolik anlamlar var.

Bu mitler insan zekasının birer şaheseri olarak otuz  asrın ötesinden gelmekte olup dünya durdukça  yaşamaya devam edecek.  Çünkü bunların , yalnız eski Yunan ve Latin şairlerin üzerinde değil,  Rönesans’tan bu yana gelişen bütün bir Avrupa edebiyatında ve sanatında ve bilhassa Klasik Batı Müziğinde büyük  etkileri göze çarpmaktadır.

Mitoloji bilinmeden ünlü ressamların tabloları anlaşılmaz,  müzeleri süsleyen heykeller  seyredilemez, daha doğrusu yorumlanamaz. Mitoloji bilinmeden klasik eserler okunamaz. Mitolojik konulu opera eserleri  tam olarak anlaşılamaz.  

Batı ülkelerinde liselerde bile resmi  eğitim programlarına konmuş bulunan Mitoloji, ne yazık ki bizde çok fazla ciddiye alınmamış. Tarih derslerinde kısaca tanrılar isim olarak bahsedilerek geçilir. Halbuki, batı kültürünü benimsediğimizden beri dilimize girmiş bir sürü mitoloji ile ilgili  sözcükler var;                      Panik kelimesi, kır tanrısı Pan’dan geliyor.  Fantezi kelimesi, hayal tanrısı Fantasos  ile ilgilidir.

Fobi Fobos’dan, Morfin diye adlandırdığımız maddenin  uyku tanrısının adı ile igili olduğundan haberimiz yoktu.  Tıptaki birçok kelimeler örneğin; Achille sendromu( topuk ile igili), Achilleus isimli Yunan kahramanının hayatından geldiği gibi...   Sağlık tanrısı Asklepios elinde “ölümsüzlüğün srrı” varken öldürülüyor ve ölünce elinden düşürdüğü yerde sarımsak bitiveriyor. ( Sarımsağın çok faydalı bir bitki olduğuna dair).  Hipokrat  yemini,  Giritli Hipokrates’ten  geliyor.

Velhasıl Yunan mitleri; medeniyetin beşiği olan Akdeniz kıyılarında ve Ege bölgesinde yaşayan insan topluluklarının sanatı, ahlakı, dini, aile düzeni ve siyasi  yaşamı üzerinde derin etkiler yapmıştır.                   

Günlük hayatın dışına çıkmak isteyenlerin ve sanatın her dalı ile ilgili olanların mutlaka  mitoloji ile ilgilenmeleri gerek diye düşünüyorum.   İlgilendikçe zevk alınıyor ve hayalgücünü besliyor...   Nitekim,  Nisan ayında sahnelenen R. Strauss’un  “Ariadne  Naksos’ta” eserini izlemeye şimdi daha bir şevkle   gideceğim.

Orion takım yıldızlarının ışıkları gibi parlak ve ışıltılı  günleriniz ve Poseidon’un  engin denizleri   kadar                  geniş hayalgücünüz olsun.   Hayal kurmaktan asla vazgeçmemek  dileğiyle...

 

Füsun  Kankat          

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7079 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

İRGE SEZER VOCALS AND ENSEMBLE

      İRGE  SEZER  VOCALS  and  ENSEMBLE

Bugün yani  8 Nisan Pazar akşamı,  Moda’daki  İngiliz Presbiteryan Kilisesi’nde bir Paskalya Konseri’ne katıldım. Çok zengin içerikli iki buçuk saat süren bir konserdi. G. F. Handel’in dinsel temalı eserleri ile başlayan konser daha sonra  bütün  tarihsel dönemlerden örneklerle sürüp gitti.

Birbirinden değerli güzel sesler ve enstrümanlarla çok değişik ve çok hoş bir müzik şöleni oldu. Handel’in  Rinaldo Operası’ndan  Lascia ch’io Pianga aryasını  Bilgesu Görüm  isminde genç bir ses, yorumladı  ve bizleri şaşırttı. Çok güzel bir ses.  A. Dvorak’ın  Humoresque’ini  Birce Turgut isimli çok genç bir kemancı  piyano eşliğinde çaldı.

Herzaman etkilendiğim  Rahmaninof’un   5no.lu  prelude’ünü  çalan Emre Erçetin’i hararetle alkışladık.  Bas bariton Emre Sezer’in  Albinoni ‘Adagio’su  etkileyiciydi.

Mendelsohn,  Schumann, H.Purcell, M.De Falla  ve diğerleri derken iki buçuk saat huşu içinde aktı gitti. Manuel De Falla’nın bir parçasını klarnetle çaldı Arda Serindağ.  İşte bu müthiş güzel  ve heyecan vericiydi.  Özetle her ses rengini ve her enstrümanı dinlemiş  olduk  neredeyse.  Piyano, keman, gitar, kopuz,  klarinet, viyolonsel...  İbranice Mezmurlar’ı  dinlerken  kopuz çalındı. Kopuz aynı  bağlama gibi, bağlamanın küçüğü, fakat sesi daha farklı  Orta Asya ezgilerini hatırlatıyor. Zaman zaman  birlikte çaldılar ikili veya üçlü , bazen ayrıldılar, en sonunda  hepsi bir arada 1-İsa’nın Doğumu 2-İsa’nın Peygamberliği  3-İsa’nın Çarmıha Gerilişi 4-İsa’nın Dirilişi  tüm ensemble tarafından seslendirildi. İşte o sırada insanlar bir fotoğraf  çekme coşkusuna kapıldılar.  Özellikle  yanımda oturan genç kemancı  Birce Turgut’un  annesi. Ona yerimi verdim, kızını daha rahat çekebilsin diye.           

All  Saints  Kilisesi,  daha doğrusu kiliseciği bana Gökçeada’yı anımsattı. Bir yaz günü adanın yerlisi Rumlarla birlikte Pazar ayinine katılmıştım. Çok duygulanmıştım.  Pazar sabahı erken bir saatte köy meydanında Barba Yorgo’nun  yerinde açık havada yenen kahvaltıdan sonra  hemen yakındaki kiliseye Pazar duasına girdik.  Köy meydanında çayımızı içerken  tertemiz giyinmiş insanlar gayet vakur ve sakin önümüzden geçiyorlardı. Halleri ve vücut dilleri bana ister istemez  Angelopoulos’un  ‘Ağlayan Çayır’ filmini aklıma düşürdü.  Sabahları çıktıklarında meydana; ---Kalimera!... Kalimera! Diyerek birbirlerine  yürüyorlardı.            

Biz de kendi  kasabamızın şapelinde  yaradana  ve onun elçisine övgüler ve müzik dinledik. Aynı köydeki gibi  yürüyerek  evimize döndük.  Arabamızın acaba  D3 demi yoksa  H19 damı park edilmiş olduğuna kafa yormadan,  labirentten kendimizi kasarak çıkmaya uğraşmadan  babadan kalma usulünce evimize  yürümek suretiyle döndük...

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7079 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

HAYAL..İSYAN..AŞK...

HAYAL..İSYAN..AŞK.

Değerli  keman sanatçımız Özcan Ulucan ve  piyanist Özgür Aydın’ın  16 Nisan Pazartesi akşamı  Süreyya Operası’nda  verdikleri konseri  izlememiş olanlar ne yazık ki hayatlarında hiç şeftali yememiş bir insan gibi fevkalade keyif veren bir tattan mahrum kaldılar bu bahar akşamında...

Doğan Hızlan’dan çaldım bu benzetmeyi. Bir zamanlar bir yazısında demişti ki; “—Julio  Cortazar ‘ı bugüne kadar hiç okumamış bir insan, hayatında hiç şeftali yememiş bir insan gibidir.”  O ferahlatıcı keyif veren ve  dirilten tattan mahrum kalmış demektir.  İşte bu akşam öyle bir keyif yaşadık galiba !

Schubert’in Fantasie, Opus Posth. 159, D 934 sayılı eseri;  Hayal olarak en muhteşeminden yorumlandı. Ardından  J. Brahms’ın  Op. 120 Fa Minör  Viyola Piyano Sonatı;  İsyan başlığı altında,        ve de  son eser  Ludwig van Beethoven’dan  meşhur  “Kreutzer “ Sonatı    Op.47 La Majör  sonat ta ;    Aşk başlığı altında muhtemelen...  Bu son sonatı dinlerken şunu düşündüm. Kim bilir kaçıncı defa dinleyişim,  insan her seferinde bu kadar zevkle dinler !   İşte KLASİK  budur.  Nedir Klasik ?  Klasiğin klasik bir tanımını yapmak lazım. KLASİK :  Bir sanat akımının belirli bir noktadan  gelişerek  en yüksek seviyeye ulaşması,  örnek oluşturması ve kendinden sonra da  taklit edilmesidir.

Klasik olan hiçbir zaman güzelliğinden ve değerinden  kaybetmez.  Beethoven,  hakikaten bambaşka !

Birçok ardılı taklit etmemişler mi ?  Berlin’de yaşayan sayısız ödül sahibi, mesleğini en iyi icra edebileceği  altın çağındaki piyanist Özgür Aydın  önce Schubert’in  sonatında sonra da  Beetoven’ın “Kreutzer” Sonatında  herkesi büyüledi.  En son keyif kahvesi  olarak da Schubert’in  “Serenad”ını sundular ki  son noktayı koydular.   Nadir güzel konserlerden biriydi. Önümüzde  Ulucan’lar oturuyorlardı.   Piyanist Birsen Ulucan, kemancı  Aysen  Ulucan, anneleri, teyzeleri vs.  Kalkarken   Aysen Ulucan ve annelerini tebrik ettim ve beğenilerimi ilettim. Ne kadar iftihar ediyor olmalıydı böyle bir keman virtüozu oğlu olduğuna değil mi?  Bir de üstelik Özcan değerli annesinin fevkalade anlamlı bir şiirini okudu,  ikinci bölümde.  Ulucanlar’ın adetidir; mutlaka her konserlerinde bir şiir okurlar ya doğdukları topraklardan( Bulgaristan), ya da annelerinin şiirlerinden.  Konsere  bir sıcaklık katar.   Annelerinin yerinde olmak isterdim diye geçirdim içimden.  Tebrik etmek için yanına gittiğimde pek de kendinde olmadığını gördüm.   Aysen Ulucan  çocuk gibi şefkatle ilgileniyordu annesiyle.  O güzelliğin pek farkında değildi.  Galiba o melun hastalık onu da bulmuştu ne yazık ki.    Anlamsız bir ifadeyle etrafına bakıyordu.  Hayatın cilvesi işte. Hayat insanı şaşırtan çelişkilerle dolu...Üç tane  altın evlat , salon alkış kıyamet  ve  o farkında değil olup bitenin.  Düşüncelere daldım.         Bir konser gecesi de  şeftali tadında  sona erdi.   Biz yine  araba ve park yeri gibi hantal  bir meseleden uzak ahenkli bir şekilde yürüyerek evimize döndük. 

 

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7079 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

LYDİA'LI GÜZEL ARAKNE

 

                          LYDİALI  GÜZEL  ARAKNE’Yİ  TANIRMISINIZ ?                                  

Lydia’lı  güzel bir kız olan Arakne, Batı Anadolu’muzun marifetli mi marifetli bir genç kızı idi.  Oya yapmakta, gergef işlemekte, ince harikulade nakışlarda ve örmelerde üstüne yoktu.  Arada sırada Nympha’lar, su perileri  ormanlardan, su başlarından ayrılarak onun sanatını seyre gelirlerdi.

Bir gün ona sordular: “Bu kadar güzel sanatı,  bu kadar güzel gergef işlemeyi sana  Zeka Tanrıçası Athena mı öğretti ?”  Arakne de: “Kim benimle boy ölçüşebilir? Ben bu işte herkesi hatta Athena’yı bile geride bırakırım !” diye karşılık verdi.                                                                      

Athena, bütün bunları işitmişti. İhtiyar bir kadın kılığına girerek Arakne’nin yanına geldi. Bitkin ve yorgun vücudunu, bir bastona dayamış olduğu halde bembeyaz saçlarını göstererek: “Kızım ihtiyarlık insana yalnız keder ve üzüntü getirmez, tecrübe de getirir. Öğütlerimi yabana atma, evet sen sanatında çok ileri gitmiş olabilirsin, bütün genç kızları ve fanileri geçebilirsin, ama bir  Tanrıça’nın kudreti, sanatı her şeyin üstündedir.Kendini o kadar büyük görme.”  dedi.   “Ben gurura kapılmıyorum, kendimi büyük görmüyorum, ben hakikati söylüyorum. İsterse Athena gelsin, ben onunla da yarışmaya girerim” diye  karşılık verir güzel Arakne.  “ İşte o geldi” diyerek  Zeka İlahesi  Athena, ihtiyar şeklinden çıktı. Kendi ilahi kılığına girdi.  Bunun üzerine her ikisi de yan yana oturarak, gergef işlemeye koyuldular.  ATHENA, OLYMPOS  DAĞINI ve TANRILARI  İŞLEDİ.  Mağrur Lidya’lı güzel Tanrıların aşk maceralarından sahneler işliyordu.  İki işleme bitince  Athena,  Arakne’nin  el işinde hiçbir kusur bulamadı. Onun el işi çok güzel ve mükemmel işlenmişti. Buna büsbütün kızdı ve onu kıskandı. Kızın işlediği parçayı aldı buruşturdu, yırttı ve attı.  Bu hakaretten çok müteessir olan Arakne, kendini asmak istedi.  Fakat  Athena, ona acıdı ve talihini değiştirdi.  “_Sen  ölmeyeceksin, yaşayacaksın, fakat benimle boy ölçüşmeye kalktığın için hayatın her zaman ağ üstünde asılı olarak geçecektir.” _dedi ve onu  örümcek  yaptı.

Evlerimizde gördüğümüz mahçup ve sessiz örümceğin güzel bir kız olduğunu düşünmek, ne kadar kalbe dokunur ?  Dikkat edilirse o, çirkinliğini bile göstermemek için bakımsız kuytu köşeleri arar.

Titiz  kadınlar onun düşmanıdır. Belki onlar da örümcek hanımın sabrını, hamaratlığını, Athena gibi çekemiyorlar da onun için ona düşman kesilmişlerdir.  Zavallı zaten talihsizdir. Güzel bir kız iken biçimsiz bir böcek olmuştur.  Ona dokunmayınız, hiç olmazsa gergefini işleyerek  avunsun, üzüntüsünü unutsun.

İşte böyleee. Demek ki   doğruluğu, erdemi, zekası, adaleti ile nam salmış  Athena’nın  Ulu  Baş Tanrı Zeus’un oğlu Athena’nın bile zaafları varmış.  Antik Yunan  zaten “insanı” hayatın merkezine koymuş ve Tanrıları da insanlaştırmış.  Tanrılar, tıpkı insanlar gibi  Olympos Dağının tepesindeki saraylarında oturuyorlar, aşık  olup evleniyorlar, ihanet ediyorlar, kıskanıyorlar, iyilik, kötülük, savaş, kutlama, şölen, ziyafet  vs.  hepsi fazlasıyla yaşanıyor...

Edremit Körfezi’ni huşu içinde seyre dalarken  Zeus Altarı’nın yanıbaşında çam kokusunu içime çekerken, Assos’un günbatımında serin sularına  atlarken  tanrıçaların fısıltılarını hep duymuşumdur.  

Güzelim canım  Ege’m  yok bir benzerin  !...

Füsun  Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7078 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

İNSANI DİĞER VARLIKLARDAN AYIRAN YÜCE DEĞERLER

          İNSANI  DİĞER  VARLIKLARDAN  AYIRAN  YÜCE  DEĞERLER  :

                              Seküler yaşam  biçiminde “din ve sanat” arasındaki fark

Laf lafı açarmış,  bir önceki  yazımın devamı niteliğinde zihnime takılan konuya karşılaştırmalı anlatıma başvurarak giriyorum; her iki kavramda da tapınma, hayranlık, esinlenme var.

Dinde ve dini mekanlarda sadece hayranlıkla izlemek değil, kendinden geçme, teslimiyet, tevekkül, sakinleşme, hayatın zorluklarına katlanma gücü, merhamet, sevgi gibi  duygularla izleriz dinsel temalı sanat eserlerini.  Dini referansla yaşamını sürdüren  inançlı insan İsa heykelinin önünde diz çöker veya Meryem Ana ikonlarının önünde ‘baba-oğul-kutsal ruh’ anlamında triniteyi vurgulayan haç çıkartma işaretini yapar. Bunlar ibadetle sanatın bir arada yaşandığı anlardır. Zira o kadar mükemmel yapıtlar var ki, çarmıhta İsa, İsa ve Havarileri, Bakire ve Çocuk v.s. o kadar ayrıntılarıyla güzeli yakalamış sanatsal  yapıtlar ki hayranlıkla seyretmemek mümkün değil...

Seküler yaşam tarzında, kültür ve sanatla daha özgür düşünen, daha özgür üreten sanatçılar yetiştiren bir hayatın içindeyiz.  Dini mabetlere pek gitmeyiz, ama müzelere, konser salonlarına, sergilere giderek hayatımıza anlam katarız. Sanat eserlerinin önünde  uhrevi duygulara pek kapılmayız da daha çok epistemolojik (bilgi kuramı- bilgi meselesi ) bir yaklaşımımız  vardır; başlarız kafa yormaya  sanatçı kimdir? Hangi tarihte ölmüş?  Hangi ekolden, yaşadığı dönemde nasıl bir tarihi ve politik ortam vardı ve nasıl etkilendi?  Gibi bilgi toplarız. Daha çok bilgi edinme eğilimi öne geçer.  Hatta bu bilgi edinme meselesi ; sanatçının aşklarına, kaç evlilik yaptığına, kızının hangi ünlü sanatçıyla veya düşünürle evlenmiş olmasına kadar  uzayabilir. Sanat tarihi, sanat felsefesi, estetik  gibi  sınırsız bilgi kaynağı ile karşı karşıyadır insan...

Sanat, büyük dinlerde doğmuştur, bunu yadsıyamayız; Michelangelo’nun  freskleri, Leonardo da Vinci’nin birçok İsa ve havarileri konulu yapıtları bilhassa İsa’nın Son Akşam Yemeği ( Son Taam ),

Başka diğer büyük ressamların yaptığı ‘açık havada yapılan vaaz sahneleri’ birçok insan figürüyle resmedilmiş . Ayrıca muhtelif İncillerdeki tezhip desenleri aynı bizim Kuran kapaklarındaki gibi. Onbeşinci yüzyılda neredeyse bir ev fiatına satın alınabilecek kutsal resimlerle bezeli parşömen  kağıdına İncil  varmış. Batista’nın eşsiz Meryem Ana tablosu  insanda şefkat ve merhamet duyguları uyandırıyor.  Hristiyanlıktan önce İlkçağ Yunan kültüründe  de yine tanrıların heykeller vardı. Apollon mabedi, Zeus heykeli, Artemis, Afrodit uzar gider... İnançlı kişi, işin bilgi kısmına çok fazla takılmaz.

O huşu içinde ruhunu dinginleştirir, önünde diz çökmüş dua ederken, o sanat eserinin şifa gücünden ve ahlaki esininden nasibini alır.

Dinin dışında yaşayan sanatsever birinin de ruhunu zenginleştirmesi bakımından bir sanat eserini  seyrederken veya dinlerken bilgi sahibi olmanın dışında ilahlaştırma-tapma boyutuna geçmesi olağandır.  Zira hayranlık ve takdir duyguları yükseklere çıktığında tapınmaya varan bir duygu durumu oluşabilir.  İşte o zaman bendeniz gibi sopranoyu tanrıça, görkemli bir Turan Erol tablosunu da ikonlaştırabilir. İşte bu noktada sanat, seküler insanın hayatında dinin yerini almıştır. Güzellikler, üstün yetenekler, hayranlık uyandıran yapıtlar insanı düşündürür, duygulandırır ve mutlu eder.

Ne zararı var ki ?  O İsa’dan ve Meryem Ana’dan esinlenirken, öteki de Rodin’den, Maillot’dan, Gustav Klimt’ten  veya Verdi’den etkileniyor ve böyle doyuma ulaşıyor. Sanat dinin yerini alırken, esasen aslına dönüyor;  sanat, dinden doğmamış mıydı?  Dinden ve dindarlardan beslenmemiş miydi?

Burada sürekli batıdan örnekler kullanıyorum, çünkü İslami kültür çok farklı bir kültür. Bana göre camiye ibadet etmek için giden bir mümin namazını kılarken gayet mütevazi bir şekilde en saf ve samimi duygularla Allah’a ve Resulullah’a(Hz.Muhammed’e) hitap ederek duasını en yalın tarzda ifade eder.  Oradaki   İznik çinilerinden, mihrabın sedef kakmalarından veya kabartma süslemelerinden, yerdeki halının dokumasından çok fazla etkilenmez.  Zaten öyle de olması gerekir. Resim ve heykelin ibadet ortamında bulunması caiz değildir.

Seküler tarzda bir yaşamın içinden gelen bir kişi Mimar Sinan’ın camiyi hangi tarihte; ustalık mı çıraklık mı hangi döneminde yaptığını, kaç yılda tamamladığını düşünür. Kirişine, tonozuna, sütununa, halının herekede mi, Uşak’da mı dokunduğuna , kubbenin çapına filan kafa yorabilir. Hele bir de Sanat tarihçi filan ise.   O meyanda da konsantre olup güzel bir dua edebilir tabiî ki.

İslamiyet biraz daha yalın, düz ve saf inancı temsil eden  bir büyük din. Musevilik gibi. Daha çok felsefi tarafı olan ve daha alçak gönüllü. İslami Sanatları, göz ardı etmek tabiî ki haddime düşmez.

Sabır ve ince zevk gerektiren tezhip sanatı , efşan sanatı, sedef kakmacılık, kaligrafi, hat sanatı, kaligrafik resim, ebru, çinicilik (İznik ve Kütahya Çinileri), telkari, altın telle kasnaklarda işlenen el işlemeleri ve halıcılık müthiş güzel örnekleri olan sanatlar. İslam el sanatları sabır ve tevazuyu temsil eden bir felsefeyi içermektedir. İslamı anlamak ve anlatmak Prof. Dr. Bekir Karlığa ‘nın zengin referanslarıyla zevkli olabilir. Kendisi, Ortaçağ felsefesi, Aristo ve İslam düşünürlerinin  Ortaçağ Avrupa’sını nasıl etkilediği konusunda  çok değerli bir akademisyen.

Türk İslam düşünürlerinin Farabi, Gazali, İbn-i Rüşd gibi daha birçok doğulu düşünür ve tıp bilginlerinin ortaçağdaki Aquina’lı Thomas (St. Thomas Aquinas) gibi Avrupal düşünürlere nasıl hakim olduklarını derin araştırmalarla anlatır. İlkçağ Yunan felsefesini özellikle de Aristo’nun felsefesini  esas alıp doğu kültürüyle harmanlayan ve geliştiren İslam filozofları üzerine çok büyük eserleri var. Örneğin; Gazali’nin “Filozofların Tutarsızlığı” adlı eserini dilimize çevirmiştir. Yanlı olmayan müstesna bir İlahiyat doktorudur.  Birkaç kez televizyonda izledim, bir Ortaçağ Felsefesi  ağırlıklı felsefi bir programdı ve hayran oldum. Önemli kaynakça açıklamalarında hep onun ismi geçer. Görsel sanatları çok fazla etkilemesi bakımından ve ilgi alanım olduğu için sürekli batı ve hristiyan kültüründen örnekleme yapıyorum. İslami kültür çok farklı ve hemen görünmeyen gizli bahçe.

Daima tam da ilgimizi çekebilecek kitaplar bulabilmemiz dileğiyle. Sevgiler ve güzellikler içinde olun.

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7078 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

SANAT VE DİN

                                                SANAT  VE  DİN

20 ve 21 Kasım tarihlerinde her zamanki mabet ziyaretlerimde yine kendimden geçtim. Katedralim Süreyya Opera Evi, Başrahip Suat Arıkan ve benim ruhumu aydınlatan azizem Deniz Yetim...

Soprano Deniz Yetim, her şeyiyle olmuş bitmiş görkemli bir düğün pastası gibi, sadece üstünün süslemesi ve son detayları kalmış olabilir. Yakın geleceğin Leyla Gencer’i .

Sesinin nerede doruklara dokunacağını , nerede en kısık ve dokunaklı minimim tonlara düşeceğini mükemmel ayarlayabilen , daha doğrusu sesini en iyi yönetebilen bir tanrıça gibi. Bütün salonu alıp yüreğine sokan, atmosferi hemen değiştiren bir güce sahip. Özellikle Verdi’nin Maskeli Balo’sundan Amelia’nın aryasında sesinin gücünü ve büyüsünü tamamen bizlere gösterdi. Konumu gereği tek tepki vermeyen galiba Suat Arıkan’dı. (Gündüz yarışma boyunca jüri başkanıydı)  F.Cilea’nın Adriana Lecouvreur adlı  eserinden Io Sou L’umile Acella aryasını okurken teatral edası bütün izleyenleri büyüledi. Jüride Londra, Roma ve Viyana Operalarından üyeler vardı.  Zaten  de birinciliği konser sonunda açıklandı.  Hepsi de birbiriden güzel ve iyi yetişmiş genç sanatçılardı aslında. İkinci ve üçüncüler  çift seçildi.

Katoliklerin güzelliğe saygının kökeni M.S. üçüncü yüzyılda güzellik ile iyilik arasında bir bağ kuran Yeni Platon’cu felsefeci Plotinus’a kadar uzanır. Plotinus’a göre güzel olan; anlamsız, bencil, ahlaksız ve kaba bir şekilde çekici olmaktan uzaktır. “Güzellik” ; sevgi, güven, kibarlık ve adalet duygusu gibi erdemleri bize anımsatır. Plotinus’un felsefesi; güzel çiçeklere , sütunlara, iskemlelere baktığımızda ahlaki nitelikleri anımsayacağımızı ve böylece de bu niteliklerin kalbimizdeki yerinin bakışlarımızla sağlamlaşacağını ileri sürer. Ona göre çirkinlik, kötülüğün bir alt dalıdır.

Plotinus’tan Aquina’lı Thomas’a, P. Abelard’a;  Rafaello’dan  Titian’a ve daha birçok birçok hayatı güzelleştiren ve bunu yaparken de düşündüren felsefeci ve sanatçıya insanlık minnetterdır.

Alman felsefeci Hegel, sanatı;  “düşüncelerin duyusal sunumu “ olarak tanımlar. Hegel’e göre sanat,kavramları ifade etmenin görevini üstlenirken hem aklımıza, hem duyularımıza seslenir. Güzel sesler, güzel hikayeler, görkemli  mimari yapıtlarda sunulurken insanın kötücül şeyler düşünmesi , kaba ve ahlaksız olması mümkün müdür?     Çok fazla etkilenmediğim müziksel gösterilerde ; tavandaki ve kirişlerdeki  borozanla melekleri kovalayan bulutların arasındaki azize resimlerini seyre dalıyorum. Başımı kaldırıp tavan  resimlerini incelemekten hiç çekinmiyorum.( O da kalıcı bir sanat eseri olduğuna göre...)

Ortaçağ’dan bu yana katedralleri;  insan ruhunu en çok etkileyen, görkemli, merhamet, acıya dayanma, hayatın amacının sadece keyif olmadığını vurgulayan heykeller ve resimlerle donattıkları gibi; bu eserleri aynı zamanda insanı sakinleştiren ve düşündüren anlamlı müziklerle birleştirmeyi de başarmışlar. D. Scarlatti veya Bach’ın ermiş passionlarını, missalarını dinleyen biri kendini niye kötü hissetsin ki ?   Sanat ve din, çağlar boyunca iç içe harmanlanmış bir olgu iken günümüzde dindışı veya seküler yaşam tarzımızı anlamlandıran, ruhlarımızın ihtiyacı olan şifa alanı sanat ise mabetlerimiz de opera evleri ve müzelerdir.  Onlarsız hayat kuru ve yavan...   Şimdi sabırsızlıkla yeni tanrıçam  Deniz  Yetim’in  opera sahnelerinde rol alacağı ve onun elmas gerdanlıklı zengin sinesinden koparak ruhumuza işleyen lirik nağmelerini  dinleyebileceğim günleri bekliyorum: Andrea Chenier’de, Manon Lescaut’da, I puritani’de,  Werther’de.........Şan birincisi  Deniz bizleri kendimizden geçirdi. Bravo Deniz, Bravossimo !.....Bu sararmış  Kasım ayı günlerinde büyük bir okazyondu  şan yarışması günleri

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7078 (20120423) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

ARİADNE NAKSOS'TA

ARİADNE NAKSOS'TA

Mehmet Ergüven'in sahneye koyduğu Ariadne Naksos'ta oyun içinde bir
oyundu. Birinci perde bir prolog, bir ön oyundu. Ariadne oyununun
perde arkasındaki tartışmalar, hazırlıklar ve düzenlemeler
niteliğinde. Ariadne'nin hazin, ciddi ve romantik hikayesiyle daha
doğrusu mitiyle zıtlık teşkil edecek komik ve hafif bir ön oyunla
karşılaştık. Barok operalarındaki gibi bir Opera Buffa ( Komik Opera)
ile Opera Seria (ciddi opera) karışımı bir librettoda sempatik,
hareketli Zerbinetta ile ciddi kahraman Ariadne'yi ilgiyle izledik.

Zıtlıkların önce biraz anlaşılmaz kıldığı ön oyun sonra çözüldü. Hugo
von Hofmannsthal'ın librettosunda on beş yaşında Homeros'u, Dante'yi,
Voltaire'i okuyan Modern Alman Şairi Hugo von Hofmannsthal'ın dümdüz
yalın bir Ariadne miti anlatmak yerine önce esprili bir girizgah
koymak konusundaki kararını eleştirmek bizi aşar. İkinci bölümde yani
çıplak, çorak Naksos Adası'nda sevgilisi yiğit Theseus tarafından terk
edilen Ariadne'nin bölümünde müzik, insanı yavaş yavaş Dionysos'un
şaraplarını tadarcasına mest ediyordu. Tam bir Richard Strauss
anlatımı... Primadonna Evren Ekşi, sesi ve vücut diliyle son derece
etkileyiciydi. Hüseyin Likos, Bakkhus yani Dionysos, bol yıldızlı
final sahnesinde, bol yıldızlı alkışlara mazhar oldu. Ariadne, yürek
acısına ve hayal kırıklığına son vermek için ölmek istiyordu. Aslında
ölüm tanrısı zannettiği Dionysos'un karşısına çıkmasıyla ilahi ödülüne
erişti ve sonunda ölümsüzlere, gökyüzündeki yıldızlara karıştı.

Bence Ariadne vesilesiyle, Batı Anadolu'nun bağrından çıkmış önemli
bir tanrı Dionysos. Üzerinde derin düşünülmesi gereken bir tanrı
şarap tanrısı Dionysos. Diğer doğa tanrılarından daha etkili, şiirin
en insancası sayılacak bir edebi tür olan tragedyayı esinlemiş olması
kendinden sonraki birçok dinsel ve kültürel oluşumların kıvılcımını
ateşlemiştir. Dionysos'un esasen vatanı Lydia'dır.
Manisa-Bozdağ-Sarde yöresiyle ilişkisi M.Ö. 5.yy sonlarında
Euripides'in son tragedyası Bakkhalar'dan anlaşılmaktadır. Dionysos
tapımı bir halk dini olmuştur. Şaraba ve esrik neşeye karşı olan tek
düze aklın esiri Pentheus ve taraftarlarının kovmaya uğraştıkları bu
tanrı, İlkçağ'da işkencelerle daha da yücelttikleri İsa dinine örnek
olmuş tıpkı Meryem Ana nasıl Artemis ve Kybele'nin özelliklerini
benimseyip tutunmuşsa, İsa da Dionysos dinine sırtını dayayıp geniş
halk kitleleri arasında yayılmıştır.

Dionysos, mistik akımlar ve tarikatları büyük ölçüde etkilemiştir.
Bektaşiliğin ve günümüze kadar gelen tarikatların kaynağında şarap
tanrısı Dionysos'un etkileri olduğu bilinmektedir.Halikarnas
Balıkçısı'na göre; İzmir'in zeybekleri, İlkçağ'dan kalma İobakkhi adlı
bir topluluktan gelmedir.

Topraktan gelen bereketin bir göstergesi olan üzüm salkımları, asma
dalları ve insanları dünya dertlerinden azad eden esrik ve keyifli bir
hale koyan şarap, Dionysos tarafından insanlara verildi. Kişinin
bilinçüstü ve bilinçaltına erşebilmesi, bu tanrının etkisiyle
olmuştur. Şarapla gelen keyif ve mutlu olma hali insanı doğa ile
birleştiren ona cenneti yeryüzünde yaratan bir mutluluktur.Nasılki
toprak ve bereket tanrıçası Demeter, ölümlü insanın yiyeceklerini
veriyorsa; ikinci önemli bereket tanrısı da üzüm suyunu bulup insana
verdiği için Dionysos'dur. Bakkhus'ün sarhoşluğunda da, çılgınlığında
da geleceği görme kudreti vardır. Bazı tarikatların kökenine
indiğimizde şarap tanrısı Dionysos'un etkilerini görmek mümkündür.
Daha fazlasını düşünmek için Friedrich Nietzche'nin "Tragedya'nın
Doğuşu" adlı eserindeki Eski Yunan varlığı üstüne yorumunu bir kez
daha okumak ve üstünde durmak gerek! İlkçağ Yunan yaratıcılığında
iki büyük esin kaynağı APOLLON ve DİONYSOS ! Apollon
ışığıyla bir projektör gibi aydınlatıp doğayı görme, akılla algılama,
biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Apollon ilham perileri ile
birlikte sanatın ateşleyicisidir. Dionysos ise doğanın kendisi değil,
ama insana doğayla birleşmeyi sağlayan araçtır. Osiris, Adonis ve
Attis gibi doğanın mevsim mevsim değişikliğini de simgeler.
Dionysos, doğaya çevriktir, ama onun simgelediği asıl büyük kuvvet
doğanın kendisi değil, insanla doğa arasında bir ilişki, insanı
doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtür. Yunan dili bu güce eren
insanın durumunu iki sözcükle yansıtmıştır: " Mainomai" ve
"enthousiasmos" . Doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak,
insan için ulaşımı en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos, bu ereğe
varmanın yolunu herkes için ve kolay açar. Bu yol şarap ve
sarhoşluktur. İnsan ancak şarabı elde ettikten sonradır ki,
yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştur.
"Mainomai" de "enthousiasmos" da işte bu tanrıya erme, tanrıyla
karışma ve tanrılaşma yetisini dile getirir. Dionysos işte bu
gerçeği, hem doğal, hem de doğaüstü bir olayı dile getirip simgeler.

Şarap tanrısı Dionysos ile Giritli prenses Ariadne göklere yükselirken
bence Strauss'u da tanrıların katına çekiyorlardı. Orkestra Şefi
Raoul Grüneis'i bir kez daha buradan alkışlıyorum. Aman Apollon
müzolarını üzerlerinden eksik etmesin !...

Füsun Kankat

Kaynakça: Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü