27 Aralık 2013 Cuma

Hıristiyanlık ve Manişeizm

HIRİSTİYANLIK  VE  MANİŞEİZM

Hıristiyanlık dini özgür irade, ilk günah, iyilik ve kötülük sorunları olsun veya öldükten sonra kutsal ruh olarak muteber bir mertebeye erme gibi kavramlarda bazı eski inanç ve mezheplerden fazlasıyla etkilenmiş, hatta bazı doğu inançlarını da etkilemiştir.  Aldığı etkilere örnek olarak Manişeizm'den başlamak istiyorum.  Yaygın olan bir görüşe göre, tüm insan ırkı, ilk adamın ya da düşmüş bir meleğin günahı ile bozulmuştur; ve insanoğlunun kurtuluşu için şu ya da bu şekilde tanrısal yardıma gereksinim duyulmaktadır. İnancın temeli  İsa'nın bizi kurtarmak amacıyla cennetten aşağı indiğidir: Eğer insanlığın günahtan kurtarılması gerekli ise onun kendisini koruyamayacağı açıktır. O, günah işlemek zorundadır ve doğası gereği bir günahkardır ya da bir şekilde günahkar olmuştur (İlk günah öğretisi) .  Her iki durumda da kendisini  koruma özgürlüğüne sahip değildir. Bu düşünüş tarzı Manişeistler tarafından destek görecektir.  Bu düşüncede Hıristiyanlık ile Zerdüşt öğretisi  birleştirilmektedir.  Onlar insanoğlunun özdeğin kölesi durumunda olduğu ve ruhun arınmasının ancak çilecilikle olabileceği düşüncesindedir. Et, şarap, evlilik, mülk, zenginlik sakınılması gereken oluşumlardır. Ancak inanç konusunda farklı görüşlerle karşılaşmak da olanaklıydı. İsa, insanlığı günah işlemekten korumaya gelmişti. Günah suçu ifade eder, suç suçlu kişinin kendi adına sorumluluğu anlamına gelmektedir; yalnızca doğru ile yanlışı seçme durumunda olan kişi, bir günahkar olabilir.    Çünkü eğer bir kişi günahkar ise, onun özgür olması gerekmektedir. Aynı sonuca bir başka yolla da ulaşılabilir: Tanrı mutlak iyi ve adaletlidir, ve bu nedenle günahtan sorumlu olamaz; insanoğlunun kendisinin  günahkar olması gerekir.  Bu da onun özgür olduğunu gösterir.  400 yılında Roma'ya gelen Pelagius, ilk günah kavramına karşıt bir öğreti ortaya koydu: Tanrı iyidir ve onun tarafından yaratılan her şey iyidir.  Bu nedenle insan doğası esas itibariyle kötü olamaz.  Adem, günah işlemekte ya da işlememekte özgürdü; onun duyumsal doğası galip geldi ve günah işlemeyi seçti. Günah nesilden nesile geçebilen bir olgu olmadığı için her insan özgür istence sahip olacaktır:  Günah özgürlüğü  ifade etmektedir. Özgürlük kaynağını, tanrısal görünümün ilk eyleminden alır; bu iyi Tanrı tarafından  bahşedilen ilk armağandır.  İnsan dışarıdan yardım almadan günaha karşı koyabilir ve iyiyi egemen kılabilir. Ademin günahı daha sonraki insanlara geçmemesine karşın, diğerleri için kötü bir örnek oluşturmuştur. Bu aşılması güç bir alışkanlığın yerleşmesine neden olmuştur.  Bu durum insanın düşüşünü açıklamaktadır.  Ancak kilise adamları sormaktadır: Eğer insanlar, günahın kölesi değillerse, eğer seçme özgürlükleri yok edilmemişse, tanrısal görünüm ve Hıristiyanlık dininin onun kurtuluşunda oynadığı rol nedir?  Buna yanıt, bilginin Kutsal Yazılarda, İsa'nın öğretisi olarak verildiği şeklinde olacaktır. 

İnsan iyiyi seçme özgürlüğüne sahiptir ancak kurtuluşu için gerekli olan şey İsa Mesih'e olan inancıdır.      Aynı anda her yerde bulunan Tanrı, insanoğlunun gelecekteki yaşantısında tam olarak neyi seçeceğini bilmektedir. Özgürlük erkini nasıl kullanacağını bilir ve önceden onlara vereceği ödül ve cezaları belirlemektedir (yazgı öğretisi).

İ.S.III.yüzyılda Manişeizm'in kurucusu olan ve "gökten indiğine" inanılan Mani, kendisinin göğün oğlu olduğunu ileri sürmüştür.  Manişeizm, aslında bir Zerdüştçülük reformudur. İsa ve Buda  düşüncelerinin  Zerdüşt düşüncesiyle kaynaştırılmasından meydana gelmiştir.  Mani'ye göre evrenin ve evrendeki bütün varlıkların yapısı, "iyilik kötülük"(ışık-karanlık) karşıtlığıyla kurulmuştur. Bu karşıtlıktaki birliği sezmekle Mani,  diyalektik bilimselliğe pek yaklaşmıştı. Hele evrenin ve evrendeki bütün varlıkların, bu karşıtlığın sürekli kavga alanı olduklarını ileri sürerken doğa yasalarının bilgisini, Herakleitos'vari bir seziyle kavramış gibiydi. Ne var ki deneye dayanmayan ve nesnel  gerçeklikle bağını koparan bütün seziler gibi o da bu sağlam temelin üstünde bir hayal yapısı kurmaya başladı.

Tanrı ve şeytan dogmaları böylesine bir hayal ürünüdür. Yoksa ışık ve karanlık savaşında ışığın yani aklın ve bilginin karanlığı yani boşinanci ve bilgisizliği her an biraz daha yenerek gittikçe gelişmesi, kötülüğün yani bilgisizlikten doğan doğa yasalarına tutsak olmanın iyilik karşısında her an biraz daha gerilemesi gibi düşünceleri gerçekten hayranlık uyandırıcıdır. İyilikten kastedilen burada "bilginin artmasıyla doğaya egemen olma" durumudur.  Bu yüzden  hemen her dinin aydınları Manişeizm'e ilgi duymuşlar ve bu düşüncelere bağlanmışlardır. Mani'nin ölümünden sonra  Manişeizm büsbütün Hıristiyanlaştırılmıştır. Ortaçağın Katolikliğe karşı olan ve İsa'nın ilk Hıristiyanlığına dönmek isteyen bütün Hıristiyan mezhepleri, örneğin Katar'lar, ve Albigeois'ler, Manişeistti.

Ünlü kilise düşünürü St. Augustine (353-430) bile bir ara bu dine girmiştir. İsa'nın ilkel ortaklaşacılığına uygun bir kamulculuk anlayışı da bu dini geniş halk yığınları arasında istenilir kılmıştır. Bir açıdan Manişeizm de bir çeşit ütopyacılıktır, ama çağının mistik ortamına uygun düşen zorunlu bir ütopyacılıktır.

 

 

 

 

 

 

Işık-Tanrı Mithra, İsa ve Son Yemek

IŞIK-TANRI  MİTHRA ,  İSA  VE  SON  YEMEK

Mithra ;  Anadolu, İran,  Hindistan ve Mezopotamya'yı  kapsayan çok geniş bir bölge politeizminin en büyük tanrılarından biridir.  Bir zaman sonra bu haritaya Roma da eklenmiş ve tanrının egemenlik bölgesi Avrupa'ya kadar uzanmıştır. Dolayısıyla Hıristiyanlığı etkileyen inançlardan söz ederken çok önemli yansımaları üzerinde durmamak mümkün değildir. Bu tanrının adına rastlanan en eski belge Anadolu'da  Boğazköy kazılarında bulunmuştur.  İ.Ö. 14.yüzyılda  Hitit'lerle  Mitanni'ler  arasında          bir barış antlaşması olan bu belgede Mittani'lerin koruyucu tanrıları olarak Miithra'nın adı  İndra ve Varuna ile birlikte geçer.  Mittani Krallığı, İ.Ö.2.binyıllarında Hurriler tarafından  Mezopotamya'da  kurulmuş bir devlettir. Hurriler, İ.Ö.3.binyıllarında Doğu Anadolu'da devlet kurmuş bir halktır.            Ne var ki kimi tarihçiler onları İran'dan Hindistan'a geçen  Arya'ların ardçıları saymaktadır.  Bu varsayım doğru ise tanrının İran kökenli olması gerekir. Ama kimi kaynaklar da adı geçen üç büyük tanrının  Hurri'lere Ari ırktan bir kral hanedanlığıyla birlikte Hindistan'dan geldiğini ileri sürmektedirler.                                                                                                                                                                 Pontos, Bergama, Bosporos gibi birçok ilkçağ Anadolu kralları da Miithra'nın esinlendirdiği  yani       tanrının ilham verdiği  anlamında "Mithridates"  ortak adını kullanırlar. Bu kralların tanrılık niteliklerine de inanılmıştır.                                                                                                                                        Örneğin Pontos Kralı Mithridates (İ.Ö.4.yüzyıl)  bu niteliğinden ötürü zehirlere karşı bağışıklığı olduğuna inanılır, bu yüzden çağdaş hekimlikte zehir bağışıklığı onun adından türetilen "Mithridatizm" adıyla anılır, onun icat ettiğine inanılan tiryak adlı ilaca da "Mitridat" denir.

Kronolojik sıralamada bu tanrının adına ikinci olarak Hintlilerin "Vedizm" dininde rastlanmaktadır.            Mitoloji  literatüründe İran ve Hint Mitra'larını birbirinden ayırmak için İran tanrısı Mithra  ve Hint tanrısı Mitra biçimlerinde  yazılmaktadır.  Kelime anlamı  Sanskritçe  "dost" demektir.                                                                  Ne var ki bu tanrı Hindistan'da pek o kadar önemli sayılmamıştır ya da eski önemi bilinmemektedir.      Eskiden çok önemli bir tanrı olduğu sanılmakla beraber bu önemini belirtecek hiç bir belge bulunamamıştır.  Vedist inançlarda Varuna'nın kardeşidir ve güneşi simgeler.  Buna karşı İran'da Mitra Dini,  ya da Mithraizm adı verilen çok önemli  gizemsel bir din meydana getirmiştir.                                                    

Roma'ya da yayılıp ROMA İMPARATORU COMMODUS'un bile girdiği bu din öylesine etkili olmuştur ki         Fransız düşünürü Ernest Renan onun için,  "- eğer Hıristiyanlığın gelişmesi her hangi bir nedenle dursaydı bütün dünya Mithra Dini'ni benimseyecekti.-" der.

Hıristiyanlık  bu dinle beş yüzyıl süren bir ölüm-kalım savaşı yapmış ve onu ezebilmek için ona bir çok ödünler vermek zorunda kalmıştır.  Örneğin  v a f t i z  ,  Mithra'nın yeryüzündeki son yemeği,  Mithra'nın vücudu olan ekmek ve kanı olan şarap'la kutsama gibi bir çok Hıristiyan inançları  Mithra Dini'nden alınmıştır.

Fransız düşünürü  Felicien Challaye da "kendi inancına pek fazla benzediği için Hıristiyan kilisesi bu dinle özellikle savaşmış ve ancak  5.yy.da onu ezme işini  gerçekleştirebilmiştir" der.

Hellen- Latin  Eskiçağ Bilgisi adlı çok değerli eserinde Hense Leonard şöyle demektedir: "- Roma Devleti içinde en çok yayılan din, dünya dini olarak başta kalmak için yüzyıllar boyunca Hıristiyanlıkla çarpışan  Mithras dinidir-" .  Bu dinin gizliliği ve gizemselliği yanında bir başka ilginç özelliği de eski   Anadolu inançlarının ünlü boğasını  Mithra'nın yanına koymasıdır.  ( Boğa kültü )

İran inançlarına göre bir kayadan çıkan ışık-tanrı Mithra , kozmik boğa'yı kurban ederek ( savaşıp öldürerek )  dünyayı yaratmıştır. Ama Mithra, bu dinde yaratıcı bir tanrı olmaktan çok, büyük güneş-tanrı ile insanlar arasında aracılık eden  ve insanların ruhlarını kurtarmaya çalışan bir peygamber durumundadır.                                                                                                                                                            Boğayı da güneş-tanrı'nın buyruğuyla öldürmüştür. Gözlerin bakmaya dayanamayacağı parlaklıkta bir ateş kılığına bürünüp karanlıkları yakacak, insanları aydınlığa ve ölümsüzlüğe kavuşturacaktır.

Bu temalarda "Z e r d ü ş t l ü k" etkileri de açıkça görülmektedir.  Mithra, ışık-tanrı olarak kötülüklerle sonuna kadar savaştıktan ve kötülükleri yok edip karanlıkları aydınlattıktan sonra güneş-tanrı ile birleşip göğe çıkmaktadır.  O zamana kadar bir peygamber durumunda olan  Mithra,  böylelikle tanrılaşıyor.  ( İsa'nın durumunu düşünelim)                                                                                              Kötülük büyük çapta yenilmiş, evrenin tüm karanlığı aydınlanmıştır ama bu gene de tam bir aydınlanma değildir. ( Günlerin yarısı aydınlık, yarısı karanlıktır. Vaktiyle tüm gece olan evren yarı yarıya gündüzleşmiştir).  Kötülükler sinsi sinsi  devam etmektedir. Karanlığın kötülükle nitelenmesi hırsızlık, öldürme, zina vb. gibi bir çok kötülüklerin geceleyin işlenmesiyle ilgili olsa gerektir.

Mithra, artık bir tanrı olarak gökteki yerinden, insanların kötülüklerle savaşında onlara yardım etmektedir.  Her insan tanrının yardımıyla zafere ulaşabilir. Ulaşamayanlar,  bu yardımdan yararlanmayanlardır. Bundan ötürü her insanın ölümünde onu bir yargılama beklemektedir.                Bu yargılanmadan başarıyla çıkanlar kurtuluşa ve ölümsüzlüğe kavuşmakta, bahtlılar ülkesinde sonsuzca yaşamak için göğe yükselmektedirler.                                                                                                 Mithraizm, yedi derecelidir. Dine girmek için bir erginleme 'den geçilir. Bu erginleme töreninde istekli, ölmeden evvel ölür ve dirilir. Bu, onun dünya üstünde de mutluluğa kavuştuğunu  dile getirir.      Öldükten sonra gene yargılanacak ve başarıya ulaştığı halde gene dirilip büsbütün ölümsüzleşecektir,   ama dine girmekle dine girmeyenlerden farklı olarak, bir üstünlük ve mutluluk elde etmektedir. Tapım mağaralarda ya da yer altındaki gizli odalarda yapılmaktadır. Bu gizli tapıma kadınlar katılamazlar. Yedi derecenin her birindeki sınavı başarıyla vererek yavaş yavaş son dereceye yükselinir.  Bu tapımda b o ğ a  kurban edilir, böylelikle tanrı Mithra'nın  kozmik boğayı  öldürüp dünyayı yaratışı canlandırılır. 

Suyla ve balla vaftiz yapılır, kızgın demirle damgalanılır, ekmek ve şaraplı tapım yemeği  yenir,                   İsa'nın Cena'sının  aynı olan  "Mithra'nın yeryüzündeki son yemeği " anılır. Bu gizli tapımın ritüellerinde daha pek çok şeyler bulunduğu  kesindir, ne var ki bunlar bilinmiyor.  Kimi törenlerde maskeler taktıkları,  oruç tuttukları, uzun taş sıralarda oturarak  tapım yemeği yedikleri bilinmektedir.   Gizli yedi derecenin sırasıyla adları da şöyleymiş: Karga, Kartal başlı Aslan,  Asker,  Aslan,  Pars,     Güneşin  habercisi,  Ulu....Başkanlarının ya da baş din adamlarının adı da Ulular Ulusu imiş...

Tanrı Mithra  en büyük önemi İran'da kazandığı halde İran bulguları kronolojik sırada sonuncudur, İran kaynaklarında adına ancak İ.Ö. 4.yy.da  rastlanmıştır.

Roma döneminde tabii ki Hıristiyanlık dininin kabulü ve yayılması öyle birdenbire ve kolayca olmamıştır. Geçmişten gelen bazı inanç ve kültürlerin izleri kalarak ve o inançlara karşı yeni dini savunan  Apologistler yani inanç savunucuları  ve ilahiyatçılar akıl yoluyla inancı usa uygun anlaşılabilir bir hale getirerek, İsa'dan sonra 6. hatta 7.yy.lara kadar  yayma gayretinde bulunmuşlardır. Nicea Konseyi, İstanbul Konseyi , en son 692'deki büyük Trullo Konseyi'inden sonradır ki aydın ve aristokrat sınıfın ve Kilise Babalarının benimsediği  ve tarih boyunca olduğu gibi devletin iktidar erkini de Tanrı'nın elçisi sıfatıyla kendilerine bağlayan  bir büyük din haline gelmiştir.

 

 

31 Ekim 2013 Perşembe

Güneş Tanrısı Apollon ve Sümbül Çiçeği

GÜNEŞ TANRISI  APOLLON  ve  SÜMBÜL ÇİÇEĞİ

Güneş; her gün sabahleyin doğar, yavaş yavaş yükselir, sonra batıda kaybolur. Bu şekilde o yalnız ayları ve mevsimleri düzenlemez, yaratıcı ışıklarıyla her şeyi diriltir, her şeyi yaşatır. İlkbaharda çiçekleri o uyandırır, ölen tabiatı o canlandırır. Fakat yaz mevsiminin uzun günlerinde ise güneş, ilkbaharda hayata kavuşturduğu çiçekleri açmadan soldurmaya, öldürmeye, çimenleri sarartmaya ve kavurmaya başlar. Güneşin yaratıcılığı ile yok ediciliğini anlatmak için şairler Apollon'a ait birçok aşk mitleri uydurmuşlar. Bunlardan biri de Hyakinthos miti'dir.

Kral Amyklos'un Hyakinthos adında güzel bir oğlu vardı, çok yakışıklı bir delikanlı olduğundan, güneş tanrısı Apollon, onun güzelliğinin hayranı olmuş, ona candan bağlanmıştı. Samimiyetleri ve dostlukları çok ileri gittiğinden, boş zamanlarını Eurotas'ın çiçekli kıyılarında çimenler üstünde disk atmakla geçirirlerdi... Bir gün yine her zamanki gibi, kırlara gitmişler, akan derenin şırıltılarını dinleyerek çeşit çeşit çiçeklerin süslediği çayırlıkta, bu çetin ve eğlenceli sporla meşgul oluyorlardı.                                            Fakat başı çelenkle süslü kelebek kanatlı, güzel ve sarışın Zephiros da Apollon gibi, güzel Hyakinthos'a gönül vermişti. Onun Apollon ile sıkı fıkı görüşmesini çekemiyor, adeta kıskançlıktan kuduruyordu.           Zephiros, gemicilerin en çok sevdikleri bir rüzgar olduğu halde görevini yapmıyor, hatta kederi arttığı, kızdığı zamanlar gemileri kayalara bile çarpıyordu. İşte Hyakinthos'a vurgun olan Zephiros fırsattan faydalanarak, Apollon'un fırlattığı diske yolunu şaşırttı, güzel delikanlının kafasına çarptırdı. Zavallı Hyakinthos hemen yere yuvarlandı, kafası patlamış, ağzından burnundan durmadan kan geliyordu.       Bu felaket karşısında Apollon kalbinden vuruldu, deli divane oldu. Hemen yere çömeldi, ilahi bir güzelliği olan delikanlının başını sol kolu üstüne koydu, kanını sildi ve oğlu Asklepios'a en etkili ilaçlarından koydurdu. Fakat yara ilaç kabul etmedi ve Hyakinthos can verdi.                                                   Kederden ne yapacağını bilmeyen, yaz mevsiminin kızgın tanrısı şöyle bağırdı:  

"- Ey sevgili çocuk, ölüyorsun, senin taze ve güzel gençliğini ben kendi elimle yıktım, yok ettim. Mademki ben seninle beraber mezara, yer altına gelemiyorum, mademki benim yerim göklerdir, istiyorum ki seni kendim gibi bir ölmez yapayım, istiyorum ki seni neşeli ve kudretli olduğum zamanlarda görebileyim, ışıklarımla seni okşayayım, koklayayım. Onun için seni çiçek yapacağım.     Sen yaşayacaksın!  Ben dünyaya yaklaştığım ve ilkbahar, soğuk kış günlerini bozguna uğrattığı zaman  sen topraktan baş kaldıracak, çiçekleneceksin!..."

Apollon , bu sözleri söyleyince, güzel delikanlının yere akan kanından  "sümbül" dediğimiz çiçek fışkırdı, çıktı.

İşte alın size görkemli bir opera librettosu. Bence "Ariadne Naksos'ta"dan sonra harikulade bir eser ortaya çıkabilirdi, ya da estetik harikası bir heykel.  İdealist ve güzele aşık Antik Yunan kültürü zaten bütün güzel sanatların ateşleyicisi değil midir?

 

Füsun Kankat

 

Kaynakça: - Klasik Yunan Mitolojisi  - Şefik Can -

                                        Ötüken Yayınları 

                                                                                                   

 

22 Ekim 2013 Salı

Bach'ı Yeniden Yaratan Adam

BACH'I  YENİDEN  YARATAN  ADAM  

Felix Mendelssohn,  karısı Cecile'in sabah ısmarladığı eti almak üzere Liiepzig'deki küçük mütevazi evinin yakınındaki kasaba uğrar...  Kasap ile uzun zamandır arkadaştır. Bu kasabı tercih etmesinin en büyük nedeni de, kendisine her zaman etin en iyi kısımlarını veriyor olmasıdır. Kafası sürekli notalarla dolu bir halde kasaba girer ve karısının istediği eti hazırlarken dalgın dalgın kasabın hareketlerini izler. Sonunda kasap işini bitirir ve eti bir kağıda sarıp, Mendelsossohn'un eline tutuşturur. Yağmurlu bir gün olduğu için eti koltuğunun altına sıkıştıran genç müzisyen, şemsiyesini de açıp yine dalgın dalgın evin yolunu tutar. Cecile, kapıyı açar açmaz Mendelssohn'un elinde göremediği eti sorar: " Felix, yoksa yine mi unuttun ısmarladığım eti almayı?" Felix anlamaz gözlerle karısına bakarken şemsiyeyi de kapatmaya çalışmaktadır. Tam o sırada koltuğunun altına sıkıştırdığı et düşer. Cecile hışımla eti alıp tezgahın üzerine koyar ve paketi açmaya başlar.                                                            Mendelssohn'un bir anda gözü kasabın eti sardığı kağıda takılır. Kağıt, üzerine bir sürü notaların olduğu bir kağıttır. Daha ilk görüşte bunun önemli bir kağıt olduğunu anlamıştır.      Karısına hemen durmasını söyler. Kadın şaşkın vaziyette dalgın kocasının birden nasıl olup da böyle heyecanlandığına bakar.

Felix hemen kasabın sardığı kağıdı titizlikle etten ayırır ve bir süre öylece kağıda bakar. O sırada notaları okumakta ve kafasında canlandırmaktadır. Birden çığlık atar: "Bu... Bu Bach'ın yazdığı bilinen, ama asla asla ortaya çıkarılmamış ünlü Aziz Matta Passin'u!"                                    "Yani?..." der Cecile; hiç bir şey anlamamıştır. "Düşünebiliyor musun, yıllardır kayıp olduğu sanılan ünlü Passion bu!  Benim hemen gitmem gerek!"

Koşarak kasaba ger döner. "Etleri sardığın bu kağıtları nereden buldun?" Kasap kayıtsızca,   "Yukarıda depoda bunlardan çok" der. Birlikte yukarı çıkarlar. Felix bayılacak gibidir. " Hemen yukarı çıkıyoruz. Ne kadar kağıdın varsa satın alıyorum" der. Birlikte yukarı çıkarlar.  Felix için bu hurda kağıt yığını, Washington kütüphanesi kadar zengin bir bilgi hazinesidir.

Kağıtların içine dalar ve Bach'a ait ne kadar nota varsa ortaya çıkarır. Müthiş bir heyecanla eve dönerek, Bach'ın eserlerini yeniden notaya geçirmeye başlar. İşte müzik tarihinde Bach'ın yeniden dönüşünü sağlayan ünlü Felix Mendelssohn budur. Jakob Ludwig Felix Mendelssohn Bartoldy 3 Şubat 1809'da Hamburg'da dünyaya geldi. 12 yaşına kadar 6 senfoni, koro parçaları ve piyano için eserler yazdı. En büyük felsefi desteğini de o sıralarda 72 yaşında olan Goethe'den alır. Aralarındaki yaş farkına rağmen Felix, Goethe'nin iyi bir arkadaşı olmuştur.     Goethe'nin ünlü Faust eseri Felix'in yaylı çalgılar sekizlisi için yazdığı oda müziğine esin kaynağıdır.

Kasapta bulduğu Bach'ın "Aziz Matta Passion"nu üzerine çalıştıktan sonra, onu Berlin Korosu derneği başkanı Zelter'e götürür ve çalınmasını ister. Zelter'in de rızasıyla 1829'da yani Bach'ın kendi yönetiminde seslendirilişinden tam yüz yıl sonra Matta Passion'u yeniden hayat bulur. Felix, bundan sonra Bach'ı hayata döndüren isim olarak müzik tarihine geçecektir. Her gittiği yerde, her konserinde Bach'a özel bir önem atfeder. Bir yandan da Almanların çok iyi tanımadığı Hendel'i tanıtmaya çalışmaktadır. Felix Mendelssohn, artık tam bir müzik araştırmacısı ve bestecisidir. Bach'tan kendi dönemine kadar tüm bestecilerin unutulmuş yapıtlarını sahnelemeyi bir görev edinmiştir.

Liepzig'e dönen Mendelssohn, 1842-43 yılları arasında ünlü Liepzig Konservatuarı'nı kurar ve tüm dünyaya tanıtır. Kardeşi ve ilk piyano hocası olan kız kardeşi Fanny'nin 1847 yılı mayıs ayında ölmesinin ardından büyük bir şok geçirir. Aynı yıl, büyük karamsarlık içinde Fa Minör yaylı çalgılar kuarteti besteler. Cecile'nin bütün uyarılarına rağmen çok çalışmaktan itibaren yorgun ve zayıf düşer. Bu sırada zaten tüberküloza da yakalanmıştır. 1847 yılının 4 kasımında da hayata gözlerini kapar.

Mendelssohn yalnızca bir müzik adamı değil, donanımlı bir sanatçıdır. İyi bir ressamdır, edebiyat konusunda çok yetkindir, besteciliğinin yanısıra çok usta bir piyanist, viyolonsel sanatçısı ve org ustasıdır. Piyano için yazdığı eserler neredyse unutulmuştur, ama hala düğün salonlarını süsleyen ünlü eseri hemen her gün dünyanın çeşitli yerlerinde çalınmaya devam ediyor. Ben şahsen "Sözsüz Şarkılar" başlıklı piyano parçalarının hastasıyım. Gondolcu'nun Şarkısı, Bahar Şarkısı ve Lullaby'dan bıkmak mümkün müdür? Bir de piyano üçlüleri... Piyano, keman ve viyolonsel üzerine bestelediği oda müziği eserleri ruhlara şifadır. Sanat nedir? diye sorulduğunda pek çok tanımlama yapılabilir. Bence sanat, onu yaratan insan öldükten sonra asırlar boyunca kalandır. Hala Mendelssohn'u ve Bach'ı konuşuyorsak, dinliyorsak ve tanıyorsak, işte buna sanat denir.

 

Füsun Kankat

Kaynakça: "Bütün Dünya" Başkent Ünv. k.y.

Mümtaz İdil'in "Tarihten Damlalar"başlıklı makalesi

 

7 Ekim 2013 Pazartesi

Konuşsana be adam !

"KONUŞSANA  BE  ADAM!"

1564 yılının 18 Şubat cuma günü, bundan 438 yıl önce, Roma'nın varoşlarından birinde Marcel Corvi'ye yakın Fonari Sokağı'nda duran arabadan, kara giysilere bürünmüş dört adam koşarak 212 No.lu eve girer. İçeride, demir bir karyolada kaskatı kesilmiş, hareketsiz, yaşlı bir adam yatmaktadır.

Kara giysili adamlar, birer icra memuru titizliği ile odadaki eşyaların envanterini çıkarmaya başlarlar. Ceviz bir sandığı hışımla açarlar ve içindeki 8190 Duka ile 200 Skudi'ye el koyarlar.   Paraların bir bölümü bakır kutular içinde, bir bölümü de eski bir mendile sarılmıştır. Fonari sokak, 212 No.lu eve giren Roma Sulh yargıcı Tomasso de Cavalieri ile Daniele de Volterra, üzgün bir yüzle Leonardo Buanarrotti'ye bakarlar. "Amcanız ölmüş, bay Buanorotti ," der, yargıç Cavalieri, "Evde de sizin işinize yarayacak doğru dürüst bir şey yok. Zavallının, ölmeden üzerine zorlukla çekebildiği şu keçi postundan başka... Sandıktan çıkan paralar ise borçlarını bile ödemeye yetmeyecek kadar değersiz. Üzgünüm..."

Leonardo Buanarotti, amcası Michelangelo Buanarotti'nin kanı çekilmiş yüzüne bakarak derin bir soluk alır:  "Keşke, birkaç yüzyıl sonra doğsaydım... İşte o zaman onun mirasçısı olmak harika olurdu..."

Demir karyolada cansız yatan vücut, "Konuşsana!" diye çekicini fırlattığı ünlü Musa heykelinin yaratıcısı Michelangelo'dan başkası değildir. Roma'da, San Pietro in Vincoli Kilisesi'ndeki bu ünlü heykeli herkes bilir. Mermerin konuştuğunun bir simgesidir. Zaten Michelangelo da o yüzden çekicini fırlatmıştır. Konuşması gerekirken sustuğu için.                                                                500 yılı aşkın zaman diliminde, üstelik de Katolik mezhebinin tam ortasında bir Musa heykeli, tüm dünyanın hayranlığıyla öylece oturmakta... Sanatın bin yıl daha dünyayı etkileyeceğinin habercisi olarak umut dağıtmakta.

18 Şubat 1564 tarihinde saat beş sularında öldü Michelangelo. Yanında iki doktor, noter ve arkadaşları Cavalieri, Daniel ve Diomede vardı. Evdeki herşey hemen mühürlenip ceset çıkarıldıktan sonra da sayım yapıldı. Leonardo, üç gün sonra gelip mirası kabul etti.                     Evde şunlar bulunuyordu: İçinde dokuz bin duka bulunan bir kutu, çok az resim ( ölmeden önce Michelangelo neredeyse her şeyi yakmıştı), ve bazı başlamış olduğu heykel çalışmaları.    Leonardo, çok önceden, Dük Cosimo ve Floransalı arkadaşlarının isteklerini yerine getirerek ünlü amcasını Floransa'da defnetmeye karar vermişti. Ancak Michelangelo'nun onlara ait olduğuna inanan Romalı arkadaşları cesedi vermek istemiyorlardı ve Roma kiliselerinden birinde mezar hazırlamaya başlamışlardı. Bu nedenle Leonardo cesedi eşya taşıdığı izlenimi vererek gizlice şehirden çıkarıp Floransa'ya götürdü. Orada her şey hazırdı: Dük, Floransa'nın en iyi iki ressamıyla en iyi iki heykeltraşı olan Vasari, Bronzino, Ammanati ve Cellini'nin de girdiği özel bir komisyon gönderdi. Benedetto Varchi konuşma yaptı. Vasari, büyük sanatçının cesedinin halen bulunduğu Floransa'nın panteonu olan Santa Croche Kilisesi'ndeki mezarına sıradan bir mezar taşı hazırladı. Sanatçının mezarı, dehasına hem müthiş vatanseverliği, hem de karamsarlığı nedeniyle benzeştiği Nicollo Machiavelli'nin mezarına yakın bulunmaktadır.

Füsun Kankat

 

 

Kaynakça: Başkent Üniversitesi Kültür Yayını olan "Bütün Dünya" dergisindeki                                 Mümtaz İdil'in "Tarihten Damlalar" başlıklı makalesinden.

 

1 Ekim 2013 Salı

BUXTEHUDE GENÇLİK SENFONİ ORKESTRASI

BUXTEHUDE  GENÇLİK  SENFONİ  ORKESTRASI  VE                                                                                                     "SAMSON  VE  DALILA"

Sezonu bu çok yetenekli ve olağanüstü donanımlı genç müzisyenlerle açtık. Ne iyi etmişler de gelmişler; zira Süeyya, Süreyya olalı böyle "Samson ve Dalila" görmedi. Zengin içerikli bir program hazırlanmış olması, şefin enerjisi ve zerafeti, ulaştıkları teknik bütünlük, yaz bitiminde güzel bir armağan oldu. İlk bölümdeki Telemann'ın Mi minör Konçertosunda; Blok flüt solo bölümündeki genç kız solistin performansı çok etkileticiydi doğrusu. Flütler ve yaylı çalgıların birlikteliği, bir tadımlık Barok haz tattırdı izleyenlere.

Verdi'nin "Maskeli Balo" Operasındaki Temalar üzerine Orkestra için Fantezi, çok güzeldi, ama Salieri'nin "Follia di Spagna" üzerine 26 çeşitleme, müzikal anlamda çok güzel canlandırmalar içeriyordu. Bir bölümde inceden inceye  kulağa gelen kastanyet sesleri ile zihinlerde değişik İspanya figürleri canlanmıştır. En son eser "Samson ve Dalila" ile fethettiler, nitekim kimse yerinden kıpırdamadı ve üç defa bis yapmak zorunda kaldılar; Beethoven'ın Türk Marşını da çaldıktan sonra kimsenin gitmeye niyeti yok, tekrar "Samson ve Dalida"nın         "Bacchanale" bölümünü tekrarlayarak bitirdiler. Çok iyi yetişmiş bu sarı kafalı gençler, orkestralarının adını Danimarka kökenli Alman besteci-Orta Barok Dönemi'nin en önemli Alman bestecisi kabul edilen "Dieterich Buxtehude"den almış. Buxtehude 1639 - 1707 yılları arasında yaşamış.  Velhasıl biz bu genç senfoni orkestrasından pek etkilendik ve önümüzdeki aylarda da böyle müzikal mutluluklar yaşamayı hayal ederek, yüzlerde tebessüm evimize döndük. Sonbaharımız kutlu olsun!...

 

Füsun  Kankat

 

10 Mayıs 2013 Cuma

Patristik Dönem; İznik Konseyi Öncesi ve Sonrası

PATRİSTİK  DÖNEM ;  İZNİK KONSEYİ ÖNCESİ VE SONRASI

Patristik dönem, İsa Peygamber’in zamanından, 430 yılında St. Augustine’in ölümüne kadar geçen dönem olarak bilinir. Bu, 692’deki Trullo Konseyine kadar süren Hıristiyan dogmatizmin daha ileri gelişimini  de kapsamaktadır.  Patristik felsefe, Ortaçağ felsefesi için bir evre oluşturmaktadır.

Patristik dönem, erken dönem Hıristiyanlık dininin Hellenistik felsefe ile birleşimi ile sonuçlanacaktır. Bu bir felsefe olmaktan çok tanrıbilimdir. En büyük temsilcisi St. Augustine’dir. St. Augustine, belki de bu dönemin felsefeci ünvanı alan tek kişiliğidir.

Erken dönem Hıristiyan toplulukları tür açısından büyük farklılıklara sahiptir. Ancak bu kabaca gentile yani Musevi olmayan türü ve Yahudi dinine yönelik tür olarak sınıflandırılabilir. İlk dönemde, bu iki kaynaktan oluşan, anlaşılması zor bir Hıristiyanlık biçimi yaşanmıştır. Bu, HELLENİSTİK HIRİSTİYANLIK  olarak adlandırılmıştır. Yapı, St. Paul tarafından ortaya konmaktadır. Yeni din, biçim açısından dogmaların ötesine geçerek insanların ortak duyumlarını saptama girişiminde bulunmaktadır.                            Bu dönemde antik dünyada pagan ve Yahudi öğretileri etkindir. St. Paul’ün yazılarında özellikle “İbranilere Mektuplar”ında  ve St. John’a göre Gospel’de, Patristik felsefenin iki niteliği ayırt edilebilmektedir. İlk olarak, İsa Mesih kişiliğinin yüceltilmesi, Tanrı’nın biricik oğlu olduğunun  kabul edilmesi;  ikinci olarak, İsa’nın Hellenistik dünyada egemen olduğundan çok felsefi kavramlar terimleriyle yorumlanması.                                                                                                                                                   İsa Mesih kişiliğinin doğasının Hıristiyan kavranışı, felsefi tasarımla karışıncaya kadar hiçbir belirli biçim almamıştır. St. Paul’ün yazılarında ifade edildiği gibi İsa’nın içinde insan ve tanrı doğalarının birliği bulunmaktadır.  Bu daha sonraki Üçlülük ( Trinity ) öğretisi tohumudur.  Bunun ötesinde,               Paul öğretisi, Nicaea Konseyi’inde daha önce tartışılmış olan ve sonuç olarak kabul gören bir formülleştirmedir.  Üçlülük öğretisi Batı Hıristiyanlık tüm tanrıbilimi üzerinde temellenmiştir ve                    325 yılındaki Nicaea Konseyi’ne ( İznik Konseyi )  kadar tamamlayıcı bir biçim verilmemiştir.                      Helen dünyasındaki  felsefe terminolojisi kullanılarak dinsel tartışmalara katılma dönemi  yaşanmaktadır. Ante-Nicene ( İznik Öncesi ) dönemde PLATON ve Hıristiyan felsefesinde bu terminoloji yaygın olarak kullanılmaktadır. PHILON tarafından ortaya konan Yeniplatoncu gelenekte     de bu terimler kullanılır. Erken dönem Hıristiyanlık düşüncesinde Stoa ve Aristo öğeleri  bulunmaktadır, ancak Yeniplatoncu öğeler baskındır. Gerçekten de, bu dönemin Hıristiyan felsefesinde, Helen felsefesinin öğeleri bulunur.  İznik öncesi felsefenin çoğu için bu geçerlidir.                           Nicaea Konseyi  ( 325), Yeniplatonculuktan uzaklaşarak , İsa Mesih’in  Tanrı’nın Oğlu olarak betimlendiği  Hıristiyan kavramı için formüller oluşturmaktadır. Bu anlayışta İsa, ikincil bir tanrı olarak algılanmaktadır. Aşkın bir Tanrı ile duyum dünyası arasında algılanır.

Dördüncü yüzyıl  (IV.yy.) çalkantılı bir dönemdir.  İmparatorluk politik yaşantısı ve yeni Kilisenin öğretisel yaşamı iç içe bulunmaktadır. Yüzyılın sonunda görünüm değişmeye başlamıştır. Theodosius’un öldüğü 395 yılında, Roma İmparatorluğu, etkin ve güçlü bir yönetim altında bulunuyordu. Ardından iki oğlu Honorius ve Arcadius ‘un tahta çıkmasıyla birlikte  Doğu ve Batı ayrımı oluştu. Batıda ortaçağ Hıristiyan felsefesinin  gelişimi gözlenmektedir. Theodosius ölümünden  üç yıl önce 392 yılında Hıristiyan dinini yasaklamıştı.  Bu dinin Ortodoks mezhebi, dinlerini yaşatabilmek için yoğun çabalar gösterecektir. Karmaşık  beşinci yüzyılda bu din, Batı İmparatorluğunun zengin Yunan-Roma mirasını düzenlemeye başladı ve klasik geleneğe karşı bir güç haline dönüştü. Yunan-Roma felsefe geleneğinin izlerini taşıyan Hıristiyan öğelerle, Patristik felsefenin birleşimi  Skolastik dönemde ortaçağ özdeksel bileşiminde başarı kazanacaktır. Bu dönemde Orta Çağlarda batı uygarlığının karmaşıklığı yaşanmaktadır. Temel öğretilerin oluşturulması ve düzenli bir kilise olarak Hıristiyanlığın zaferinden sonra, dogmalar tarafından belirlenen konu-özdek ve yönlendirici ilkelerde felsefe öğeleri görülmektedir.  Kısaca felsefe artık dinin hizmetindedir.

Tekrar,  erken dönem Hıristiyanlık konusuna dönelim;  Helen düşüncesinin son döneminde, Roma dünyasında yeni bir din oluşumu yaşanıyordu.   Musevilik tohumundan ortaya çıkan bu din bütün çocuklarını aynı derecede şefkatle seven bir Baba-Tanrı düşüncesine dayanıyordu. Onun oğlu İsa Mesih aracılığıyla bütün insanlığın kurtulacağı haber veriliyordu. Hiç kimse diğerinden daha düşük seviyede değildi. Herkes için umut vardı. İsa, önce dünyaya, sonra  cennete yeniden gelerek krallığını kuracaktı. Ancak ister dünyada, ister cennette olsun, bu bir doğruluk ve sevgi krallığı olacaktır.  Kıyamet Günü’ünde kötüler, zenginler ve güçlüler Tanrı’nın gazabına uğrarken , kalbi iyiliklerle dolu olanlar, ister yoksul isterse düşük seviyede olsunlar, zafere ulaşacaklardı.

Hıristiyanlık, günahkar dünyadan gelecekte kutsanmış bir yaşam vaadinde bulunarak popülerliğe ulaşacak ve insanların beklentilerine yanıt vereceklerdir. Kutsanmış bir yaşam vaadinde bulunarak  popülerliğe ulaşacak ve insanların beklentilerine yanıt vereceklerdir. Kutsanmış yaşam gelişigüzel davranışlara değil, erdemli yaşayışa bağlı olarak şekillenecektir.  Adaletin Musevi anlayışına göre yorumlanması, Hıristiyanlık kurucusu tarafından tinin doğruluğu öğretisine dönüştürülmüştür.           İnsanoğlu, Tanrı’dan korkmak yerine O’na karşı sevgi ve saygı içinde olmalıdır. İnsanoğlunun kurtuluşu ancak içindeki kötü tutkulardan arınmayla gerçekleşebilir.  Kibirlilik, kızgınlık, nefret ve intikamın yerini sevgi ve merhamet almalıdır. Her insan komşusunu kendisini sevdiği kadar sevmelidir.

Bu yeni din öncelikle Roma dünya-krallığında uygulama alanı bulacaktır. Eğitimli sınıf içinde bu dine yönelen kişilerin sayısı arttıkça Hıristiyanlık daha fazla güç kazanmaya başladı. Hıristiyanlık gerçekte ilk olarak Filistin bölgesinde ortaya çıkmış olmasına karşın, gelişimini Yunan-Roma uygarlığında sağlamıştır; Musevilik, törel, politik, toplumsal, dinsel ve entelektüel  etkinliği ile büyük  Roma İmparatorluğunu etkilemiştir.  Hıristiyanlık bu etkinin bir ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Bu yeni dünya dini kısa sürede yayılacak ve evrensel bir imparatorluğa dönüşecektir. Gelişen kozmopolitancılık ve kardeşlik ruhu, Stoacılıktan çok şey almış görünmektedir. Popüler Yunan gizemlerinde  ve Doğu dinlerinde bulunan ölümsüzlük öğretileri geniş ölçekte kabul görmektedir.  Metafizikçilerin soyut düşüncelerinin  başarısız olması, dinsel ruhun uyanışında başarı kazanmasında   önayak olacaktır.                                                                                                                                                                    Hıristiyanlık, geniş ölçekte düşünüldüğünde, Musevilik ve Hellen-Roma imparatorluğunun çağının bir çocuğudur.  Ortaya çıkan bu yeni din kendini  Yunanlı ve Romalılara yöneltecek  ve derece derece dünya kültürünü etkisi altına alacaktır. Hıristiyanlık, Kudüs’ün duvarları arkasına gömülmeyecek, tüm dünya boyunca kendine bir yer açacaktır. Hıristiyanlık, mesajlarını etkin bir şekilde dağıtabilmek için çok sayıda sorunla savaşmak zorunda kalacaktır. Felsefeciler ve halkçıların  amansız saldırılarına göğüs germek zorundadır.

Hıristiyanlık öncüleri felsefecilere karşı tartışma zemininde başarı kazanabilmek için onların kendi entelektüel silahlarını, felsefe kuramlarını kullanmak zorundadırlar.  İnanç savunucuları ya da Apologistler, onlara gerek duyulduğu zaman ortaya çıkacaktır. Ancak inancın formülleştirilmesi için yeni inancın tanımlamasının da yapılması gerekmektedir. Öğreti  ya da dogmalardan bir yapı oluşturulması gerekir.  Hıristiyan toplulukların geleneksel inançları  felsefe terimleriyle ortaya  konacaktır. Yunan düşüncesi, bir kez daha Hıristiyanlık üzerinde etkisini göstermektedir.                                   Dogmalar, resmi olarak Kilisenin büyük konseyleri tarafından tanımlanmaktadır.  Zafer kazanan inanç, Ortodoks inancı olacaktır. Bu dinin önde gelenleri  Kilise Babaları olacaktır. Onların formülleştirdiği Hıristiyanlık felsefesi,  PATRİSTİK FELSEFEDİR.

BİR İNANÇ OLARAK HIRİSTİYANLIK;  yeni inanış ile klasik felsefenin  etkileşiminden ortaya çıkmıştır.  Kilisenin, dönemin çağdaş dünya topluluklarına yönelik eğitimsel biçimler içinde örgütlendiğinin göz önünde tutulması gerekmektedir. Örneğin papazlar,  bir belediye örgütlenmesine benzer olarak işlevlerini  yerine getirmektedir.  Din adamları arasında hiyerarşik bir yapı bulunmaktadır.  Roma kentinin merkez olarak seçildiği, bir otorite yapısı kurulmuştur. Kilise kurucuları, çok sayıda kutsal yazılar üzerinde çalışmalar yaparak, Kilise kanunları oluşturacaklardır; bunlar felsefe yönünden çok, inanç yönüyle formülleştirilmiştir. İnançların kısa özetleri şeklindedir.  İnancın önemi ya da inancın kuralı (regula fidei) bu şekilde ortaya konacaktır. Her inananın uyması gereken bu öğretilere, felsefi bir biçim vermek hiç de kolay değildir.  Böyle bir girişim, üçüncü yüzyılda Roma Kilisesinde Apostles İnancı olarak bilinen bir biçim olarak gerçekleştirilmiştir. Bir Tanrı ve O’nun tek oğlu  İsa Mesih vardır.    İsa,  evrensel bir kardeşlik duyumu taşımaktadır.  Kiliseye göre kurtuluş düşüncesi, bireysel insan ruhunun sonsuz değeri ile sağlanmaktadır.  Bu inanışın merkezinde,  törebilimin  klasik anlayışı bulunmaktadır.

Bu dönemde dünyasal olmayana yönelim şaşırtıcı değildir. St. Paul’ün ifadesinde  bu dünyanın yalnızca budalalık olduğu düşüncesi bulunmaktadır. Daha sonra Platonculuktan dönüş yapmış olan Justyn the Martyr’de  de aynı bakış açısı bulunmaktadır.

St. Augustine dünyasal şehir ile Tanrı kenti arasında bir ayrım yapacaktır. Bu ayrım 410 yılında çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Hıristiyanların başarı kazandıkları asıl tartışma, onların inanç erdemlerinde olmuştur.  Roma ve Yunanistan’da bir inanç duyumu egemen olmaya başlamıştır. Üçüncü yüzyılda önemli bir dönemeç  noktasına girilir. Devlet, tarih ve doğaya yönelik yeni bir tutum ortaya çıkmaktadır.  Bunda inanç çok önemli bir rol oynamaktadır.

Hıristiyanlık, din düşüncesine, çağının felsefe terimleriyle bir açıklama getirmektedir. Üçüncü yüzyılda din ile felsefe arasında bir ilişki oluşturan en önemli kişilik Origen’dir (185-254). Ayrıca Plotinos (204-289) döneminde Yeniplatonculuk adı altında toplanan düşünce yapısını biliyoruz ki ORİGEN’in çalışmalarında bu dönemin felsefi etkisi açık bir şekilde görülmektedir.

ORİGEN’in, Plotinus’un öğretmeni ve ve Yeniplatonculuğun  kurucusu Ammonius Saccas’ın okulunda bir süre görev almış olması, dönemin yapısını daha iyi açıklayacaktır.

Nicaea dogmasının gelişiminden sonra Hıristiyan felsefesi İskenderiye’de  özellikle ORİGEN OKULUNDA incelenmeye başlandı. Okulun temsilcilerinden önemli isimler Nyssa’lı Gregory (ö.394), Büyük  Basil (ö.379) ve Naziansen’li Gregory (ö.390) 

Nicaea Konseyi’ndeki Logos  tartışması ve Arianlar hakkında ayrıca bir yazı hazırlamak ve ayrıntılı bir şekilde irdelemek gerekiyor.  Şimdilik sonlandırıyorum.

 

Füsun Kankat

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 8315 (20130509) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

14 Şubat 2013 Perşembe

Sanat Tarihi

                               SANAT  TARİHİ

--Baba!  İneklere bak!

Marcelino  kafasını arkaya çevirdi. Ve el fenerinin ışığında onları gördü: İnek değillerdi. Usta eller, mağaranın tavanına bizonlar, geyikler, atlar ve yaban domuzları boyamıştı.

Kısa bir süre sonra, Altamira Mağarası’nda karşılaştığı, kızının eliyle gösterdiği bu resimlerle ilgili bir broşür yayımladı.  Ona göre bunlar tarihöncesi eserlerdi.

Dünyanın dört bir tarafından mağarabilimciler, arkeologlar, paleontologlar, antropologlar geldi.              Kimse ona inanmadı. Resimlerin sahibinin bir Fransız sanatçı olduğu söylendi.  Marcelino’nun bir arkadaşı  ya da Avrupa’daki avangard akımlardan şakacı biri olabilirdi pekala.

Daha sonra anlaşıldı. Paleolitik dönemin uzak avcıları yalnızca hayvanları takip etmemişlerdi. Açlığı ve korkuyu defetmek için ya da sadece hoşlarına gittiği için kaçan güzellikleri de takip etmişlerdi.

 

Pinturas Nehri’nin derinliklerinde bir avcı, kandan kıpkırmızı olmuş elini taşa bastırdı. Adam elini orada bıraktı, öldürmenin aciliyeti ve ölüm korkusu arasındaki bir ateşkeste.  Bir süre sonra, bir başka avcı bu elin yanına, kurumdan simsiyah olmuş kendi elinin baskısını yaptı. Daha sonra başka avcılar da taşın üzerine kandan, kurumdan,  topraktan ya da bitkilerden gelen farklı renklere bulanmış ellerinin izlerini bıraktılar.

On üç bin yıl sonra, Pinturas nehri yakınlarındaki Perito Moreno şehrinde, birisi bir duvara şunu yazdı:  Ben  buradaydım.  İşte taşın belleği...                      

 

 

“ Peru’lu yazar Eduardo Galeano’nun

Paleolitik Dönem  veya Yontma Taş Devri’ne

Ait –Mağara Resimlerini- anlatan hikayeciklerinden”

 

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 8011 (20130214) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

6 Şubat 2013 Çarşamba

Sanatın Değeri

                                   SANATIN  DEĞERİ

Avrupa,  Kara Afrika’yı  uygarlaştırma nezaketini göstermişti. Haritasını parçalamış, parçalarını yutmuştu; altınını, fildişisini ve elmaslarını çalmıştı; en güçlü oğullarını köle pazarlarında satmıştı.

Avrupa, siyahların eğitimini tamamlamak için ceza ve ibret olsun diye, pek çok askeri işgal ikram etmişti  onlara. On dokuzuncu  yüzyılın sonlarında Britanyalı askerler, Benin Krallığı’nda bu pedagojik operasyonlardan birini gerçekleştirdi. Kanlı kıyımdan sonra, yangından hemen önce ganimeti götürdüler. Afrika sanatının en büyük koleksiyonuydu: Onlara hayat veren, onları esirgeyen tapınaklardan sökülmüş bir sürü heykel ve maske.

Bu eserlerin bin yıllık geçmişi vardı, karmaşık güzellikleri  Londra’da azıcık merak ve sıfır hayranlık uyandırdı.  Afrika hayvanat bahçesinin meyveleri, yalnızca bazı eksantrik koleksiyoncuları ve ilkel geleneklere yönelmiş müzeleri ilgilendiriyordu. Ama Kraliçe Viktorya, ganimetleri açık artırmaya çıkarınca elde edilen gelir, askeri operasyonun bütün masraflarını karşılamaya yetti.

Böylece Benin Sanatı, bu sanatın doğup gerçekleştiği krallığın yağmalanmasını finanse etti.

Bundan böyle Afrika’dan başlayarak özellikle günümüzden beş bin yıl, üç bin yıl evvel ki uygarlıklardan kalan  ustalıklı seçkin eserlerin nasıl yağmalandıklarını tefrika halinde anlatmaya devam edeceğim.              Sanat tarihine gönül vermiş her aydının rahatlama yoludur, kültür talanını konuşmak ve yazmak...

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7978 (20130206) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

Belge1 SANATIN DEĞERİ

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7978 (20130206) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

25 Ocak 2013 Cuma

Galatasaray Lisesi ve II. Bayezid

                            GALATA’DA  GÜL  BAHÇESİ

Evliya Çelebi’nin anlattığına göre,  padişah II.Bayezid  1481 yılında bir kış günü Galata sırtlarında avlanırken son derece bakımlı güzel bir gül bahçesi ve içinde köhne küçük bir kulübe gördü.            Kulübede mola veren sultan, buranın sahibi Gül Baba ile tanıştı ve onu bahçeye gösterdiği ilgiden dolayı ödüllendirmek istedi. Gül Baba da padişaha “sarı ve kırmızı” iki gül vererek, bu bahçeye bir okul ve hastane yapılmasını istedi. Galatasarayı Ocağı böylece kuruldu.

Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tüm şehzadeler, şehzadelerin çocukları ve önemli devlet görevlileri ilk ve orta eğitimlerini burada aldılar.

Galatasaray Lisesi’nin geçmişi 1481’deki II. Bayezid’e kadar uzanıyor. Yani Rönesans’a.  Fatih Sultan Mehmet, II.Bayezid ve Yavuz Sultan Selim;  Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselme Devri’ni yaşatırlarken aynı zamanda dönemin Avrupa’daki Rönesans Devri’ne denk geldiğini ve Leonardo Da  Vinci’nin II. Bayezid’e 1502 yılında 240 m. Uzunluğunda bir Haliç köprü projesi sunduğunu ve II. Bayezid’in buna olumlu cevap vermediğini, lise yıllarında hocalarımız bize anlattılar da biz mi dinlemedik acaba?  Rönesans’ın Osmanlı kültür ve medeniyetine esinlediği birtakım unsurlar tabii ki olmuştur.  Fatih Sultan Mehmet, II.Bayezid ve Leonardo Da Vinci ve dönem olarak 1450’den 1550’ye kadar geçen dönemde kültürel alanda Avrupa Rönesansı’nın etkileri ne şekilde yansımıştır?  Karşılaştırmalı ve bütünleyici çalışmalar yaptırılmadı mı? Yoksa bizler gençlik yaşlarımızda bu konulara biraz daha özensiz mi duruyorduk? Eğitimde karşılaştırmalı anlatımın ne kadar önemli olduğunu bugün daha iyi idrak ediyorum.

1502 yılında Vinci’li Leonardo’nun sunduğu bu köprü projesi 2001 yılında Norveç’te uygulandı ve dolayısıyla Vinci’li dahi Leonardo, milenium’un mimarı olarak 2000’li yıllara da damgasını vurdu.

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7932 (20130125) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

21 Ocak 2013 Pazartesi

Yağmurda Omlet

                                   YAĞMURDA  OMLET

Kavgacı horoz, ortalarda paytak paytak gezinip duruyor. Nasıl muzip bir eylemde bulunacağı merak konusu. Avluda toprak zemindeki ahşap masanın üzerinde yine bir faaliyettir gidiyor. Annem ve nenem birlikte dolma sarıyorlar. Aslında sakin bir gün; öndeki çam ağaçlarından hafifçe esen meltemle birlikte fıstıkımsı, çamımsı hoş kokular ara ara burnuma ulaşmakta. Biraz ilerde devasa bir dişbudak ağacının dallarına kurulmuş bir salıncak var. Salıncak çok sempatik ve davetkar olmakla birlikte hemen yakınında uçurum gibi, kocaman bir oyuk, bir çukurluk var. O yıllarda henüz küçük bir kız olan halam, salıncakta sallanmaya pek meraklı. Meraklı da çok hızla savrulduğunda, sanki ip kopuverecek ve uçuruma yuvarlanacak gibi bir duyguyla hepimiz heyecanlanıyoruz. O biraz uçarı, biraz inatçı yaramaz kız çocuk. İlle de salıncak o ağaca bağlanacak ve orada sallanacak. Yeşil gözlü sarışın, güzel saçları olan çetin ceviz bir kız işte. Evimizin arkasındaki ceviz ağacının altında bizim Benekli’nin kulubesi. En ufak bir çıtırtı, tıkırtı duymasın havlamasıyla ortalık yıkılır. Çocuklarla arası çok iyidir. Benekli olmasa ne yapardık bilmiyorum. Koruyucumuz, oyun arkadaşımız, neşe kaynağımız.

Evin konumu hakkında konuşmak şu anda gerçekten hüzün verebilir; zira henüz o yıllarda evlerin iki katı aşmadığı ve etraflarında ceviz, ıhlamur, incir ağacı ve dutların yer aldığı, gitmek için bir çamlık alanın içinden geçmek zorunda olduğumuz öyle doğal bir semtti. Henüz Allah Allah Allah! Nidalarıyla bilimum dahi mühendislerin istilasına uğramadığı, alt geçit üst geçit, plaza, filanca konutları, falanca konaklarının inşa edilmediği mutlu mu mutlu, normal mi normal  “İçerenköy”deki eski bir ahşap köşkteyiz. Üst katta benim çok etkilendiğim ve hiç unutmadığım bir şey var. Kocaman ürkütücü siyah bir kuş, galiba kartaldı. Canlı değil, şişirilmiş sahici bir kartal. Yüksek demir bir ayaklık üzerine konmuş gibi duruyor, yukarı holde merdivenin başında. Ben galiba üç yaşındayım. Ürküyorum ama pek belli etmiyorum. İnsan hatırlamaya ve anıları biriktirmeye üç yaşından itibaren başlarmış. Bunlar benim ilk anılarım. Hafızamın tavan arasındaki en kuytu köşesinde saklı duran o köşkte yaşanan bir olay var ki onu hiç unutamam. Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor, bir gürültü kıyamet... Kötü bir hava, ağaçların uğultusu, savrulmaları ev halkını pek etkilemiyor. Sofrada benim en sevdiğim yemek var. Annem her zaman ki gibi büyük bir şevk ve neşeyle patatesli omlet yaptı ve sofranın ortasına koydu. İştahla ve neşe içinde omlet yiyoruz. O sırada ne oldu, nasıl oldu anlayamadan şiddetli yağmur sesiyle birlikte bir gümbürtü koptu ve taşlığın ortasına, merdiven boşluğuna denk gelen yere yıldırım düştü.                Ortalık bir acayip renklere büründü. Güle söyleye yemek yiyen annem ve nenem “Aaaa! Yıldırım düştü!...” dediler. Öyle çok büyük bir vaveyla koptuğunu da hatırlamıyorum. Annem, zaten meseleleri mesele yapmama konusunda çok başarılıydı. Pek bir şey olmamış gibi devam ettik günlük hayatımıza.

O günden bu güne ne zaman gök gürültüsü olsa “Omlet yiyorduk, yıldırım düştü!” diye anlatırım. Annem de güler, “Hiç unutmaz bu kız, hafızası çok güçlü” filan diyerek gülerler.

Omlet çocukluğumda en sevdiğim yemekti. Yıldırım herhalde ilginç bir olay. Bu ikisinin birlikteliği, beynime kodlanmış olsa gerek ilisini hep birlikte hatırlıyorum. “ Omlet ve gök gürültüsü”.                                Annemin o kadar olumlu ve neşeli olmasına rağmen hala en üst katta veya müstakil evde şiddetli gök gürlediği zamanlarda yıldırımdan ürkerim.  Apartmanda üstümde başka katlar olduğu için pek korkmuyorum. Üzerimde sadece dam varsa, biraz endişeleniyorum.                                                                        Erenköy’ün ahşap köşkleri, omletim ve yıldırım düşmesi. Çocukluk işte. Neler iz bırakıyor, neler belleğin gizli çekmecelerinde saklı kalıyor değil mi ?

Füsun  Kankat

 

 

 

 

 

 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7916 (20130121) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

20 Ocak 2013 Pazar

Salyangozlar

                                   SALYANGOZLAR

Amblemi salyangoz olan “hayata yavaş” projesinden bahsetmiştim daha önceki yazımda. Salyangozlar, sadece yavaş hareket eden ve ağaçlarda, bitkilerde görüp de hemen uzaklaştırmak zorunda olduğumuz canlılar olmaktan öte önemli doğa olaylarının habercisidirler.

Büyük akarsulara yakın yaşayan insanların ellerini açıp sadece Allah’a yakarmaları gerekmiyor.             Yağmur ve sel felaketinden korkan kırsal bölge insanı, büyük suların veya derelerin dibindeki ağaçlara dikkat etsin. Su kenarlarındaki ağaçların gövdelerini incelediğinizde, salyangozların  yumurtalarını ağaçların gövdelerinde yükseklere bıraktığını görürsünüz.  Öyle bir yüksekliğe bırakırlar ki tahminlerinde asla yanılmazlar.

Şiddetli yağmurdan sonra suyun ne kadar yükseleceğini bilirler. Doğanın işaretlerinden anlayan köylüler, böylece kabaran sularda boğulmaktan kurtulurlar.         

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7910 (20130119) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

14 Ocak 2013 Pazartesi

Michael Haneke'nin ödüllü filmi "Aşk"

AŞK  VE  MICHAEL  HANEKE

Almodovar’ın “İçimdeki Deniz” ve “Konuş Onunla” filmlerini anımsatan hayatın son durağında olup bitenleri enine boyuna düşündüren sinema yapıtlarından biri “Aşk”.  Oyuncular (güvercin de dahil olmak üzere), derinden etkileyen ince bir oyunculuk sunuyorlar. Michael Haneke’nin yoğun ilgi gören bu filmini görmesi gerekenlerin başında psikiyatristler ve psikologlar geliyor tabiî ki.                                       Özellikle filmin sonunda George’un (Jean Louis Trintignant) yaptığı  ötenazi olgusu ve daha sonra çiçekler alıp onları tek tek keserek lavabodaki suya atması ve diğer davranışlarındaki “normal bir hayat yaşıyormuş gibi” yapma gayretleri, en travmatik durumlarda insanın dayanma çabasını gösteren tipik davranış bozukluklarıdır. Bunun arkasında yatan duygu, “hayat! Sen benim üzerime geliyorsun ama ben dayanacağım, beni yenemiyeceksin!” türünden bir direniş savaşı.                                Ruhsal ve bedensel güç gerektiren, zor kotarılan bir durumun içinde hiç kimseden yardım almayan George’un  felçli karısıyla kurduğu iletişim ve arada bir kısa ziyaretleriyle gözüken kızı ile olan ilişkisi o kadar gerçek ki... Hiçbir zaman vakti olmayan daima önünde acil bir hedef bulunan genç insanlar,  bir zamanlar “kendilerinin” de ebeveyinlerinin en değerleri hedefi ve hatta umudu olduklarını hatırlamazlar bile. Kızı ev almaya uğraşır, oğlunun başarısını beklemektedir, orkestra üyelerinden birine aşık olan kocasının kendine dönüşünü beklemektedir, turneye hazırlanır, konserleri vardır, İskandinavya’dadır vs.  

Filme sinemaseverlerin ve bilhassa Haneke severlerin dışında psikologların ilgi gösterdiği gibi müzikseverlerin de ilgi gösterdiğini görebiliyorum, ancak beklenilenin aksine Schubert yorumları çok kısa ve tadımlık gibi geldi bana. Franz Schubert’in D 960 no.lu op. posth. sonatı kullanılmış, evet çok hoştu, fakat piyano sahneleri çok az vurgulanmış . Filmde esas olan Anne’ın (Emmanuelle Riva) çektiği acı ve ruhsal  çöküntünün kısaca son durakta aşkının ve evliliğinin de artık son notalarıdır.                            Filmde bana en dokunan sahnelerden biri ; yemekte kocasından eski albümleri istediği sahne oldu.  Eski güzel günleri, gençlik resimleri ve kocasının genç haliyle görüldüğü resimlere bakarkenki  hali ve kocasının da yemek yerken onu izleyişi.  

Film bütün görkemiyle ve emeğiyle bitti ve ben şu anda Schubert’in D 960 sonatını dinlemekteyim.  Tıpkı filmdeki  piyanist ve müzik öğretmeni Anne gibi bir zamanlar Schubert’in de hayatı bitti. Hem de erken bir vakitte.  Geride bıraktığı parlak sonatlara ve onlarca liedlere rağmen Schubert şu anda yok.    Hayat tüm güzelliklerine ve yaşanmışlıklarına rağmen film gibi Schubert gibi, Anne gibi bitiyor.                   Hayat kadar gerçek bir film izledik doğrusu. Yorucu olabilir, ama izlenmesi gereken bir başyapıt.

 

Füsun Kankat

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7893 (20130114) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr

12 Ocak 2013 Cumartesi

HAYATA YAVAŞ

“HAYATA  YAVAŞ” PROJESİ

Hayata yavaş sloganıyla yaşam tarzımıza yeni bir boyut, yeni bir soluk getirmek ve bu anlayışı çocuklarımıza aktarmak ve özümlemelerini sağlamak zorundayız. Günümüz insanında sürekli tüketerek ve devinim halinde olmaya dayanan “mutluluk” kavramı fena halde “mutsuzluk” ve tatminsizlik haline dönüşmektedir. Kimileri  bunun farkında bile değilken, kimileri de farkında olup değişemiyor.  Mutlu olmak için sürekli alışveriş yapan, yeni açılan mekanlarda yiyip içen bu insanlar büyük bir hızla bıkıp başka mekanlara kaydıklarından da restoran, kafe, bistro, braserrie her ne dersek, buralar da süratle el değiştiriyorlar.                                                                                                                    Düşünce hayatı derin ve aidiyet duygusu kuvvetli olan bazı entelektüellerin, geçmiş yıllarda müdavimi oldukları bazı çay salonları (pastaneler) vardı. Örneğin, Taksim’deki Divan’da rahmetli  Atilla İlhan’a rastlardık sıkça. Orada çayını içer düşünür ve yazardı.  Daha yakın yıllarda yine Taksim’de Marmara’da değerli düşünür ve yazar Hilmi Yavuz’u görüyorduk. Leyla Umar’ı ve daha bir çok sanatçı ve entelektüele rastlamak mümkündü. Aynı şekilde Kadıköy’de de bağlılığımızı sürdürdüğümüz bazı eski uğrak yerlerimiz var. Demek ki buralarda huzur buluyoruz ve düşünüyoruz. Satın aldığımız kitaplarımızı inceliyoruz, bir yazı hazırlayacaksak en azından onu tasarlıyoruz, bir fincan çay ve sıcak çikolata kokuları eşliğinde.  Düşünmek içi yavaşlamak gerekir. Öğrenmek için yavaşlamak gerekir.                     Dinlenmek için yavaşlamak gerekir. Anın yudum yudum içilen bir kahve gibi tadına varılmalıdır. Sürekli hareket halinde olmalıyım, hiç düşünmemeliyim –diyor insanlar, kendilerini eğlendirdiklerini sanıyor olabilirler. Düşünmenin iyiliği ya da kötülüğü, ne düşündüğünüze bağlıdır tabii ki. Düşünmekten korkulmamalıdır. Düşünmek, üretmektir ve anlamlı yaşamaktır.  Sekiz tane kazağı varken dokuzuncuyu, dört tane kol saati varken beşinciyi almak, anlamlı yaşamak değildir.                        Maddi tatmin dejenere ediyor insanları, çok paran olduğunda ne yapacağını şaşırıyorsun, ne yediğin eskisi gibi keyif veriyor, ne giydiğin eskisi kadar hoş gözüküyor.  Hızlı tüketim, insan ilişkilerine de yansıyor. Çabuk alınan ve hızla bozulan evlilik kararları, doğal olmayan arkadaşlık ilişkileri vs...Hiç düşünmeden hareket eden bir toplum haline geldik. Arkadaşlık, dostluk, aşk, evlilik, emek ve sabır gerektirir. Çocuğumuzu niye çok severiz? Emek verdiğimiz için. Aşkın tam karşılığı emektir ve emek vermediğin şey kayıp gider ellerinin arasından. Önce kendini sevmek, kendinden sıkılmamak dinginleştirir insanı. Kendini sevmeyen insanın üst beni kaçar, alt beni kovalar. Bir kaç-kovala halinde kaotik bir yaşamın içindedir artık. Karambol bir yaşam biçimindeki insan düşünemez ve üretemez. Hızlandıkça insani değerlerini yitiren günümüz yaşantısına karşı “salyangoz”un sembolize ettiği bu toplumsal hareketin adı “Hayata Yavaş” ...  TOÇEV’in yani “Tuvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı”nın yürüttüğü sosyal sorumluluk projesinin amacı; koşuşturmaca, stres ve tüketim çılgınlığıyla geçen uzun vadede tatminsizlik ve mutsuzluktan başka getirisi olmayan “hızlı yaşama” karşı hayatı yavaşlatabilmek. Bunun için toplumsal farkındalık yaratmak hedeftir.  TOÇEV’in rolü ise, kampanyanın gelirlerini çocukların ve ailelerin eğitimine aktarmak. Bu konuda ilk önce teşvik ve dikkat çekme açısından  salyangoz amblemleriyle “Hayata Yavaş” tişörtleri bu yıla damgasını vuracak. Ünlü modacı  Canan Yaka’nın tasarladığı bu salyangozlu tişörtler, tişört olmanın ötesinde yeni bir yaşam tarzının anlatılmasını hedefliyor. Tişörtler ve salyangozlu kupalar artık bize yavaşlamamız ve anlamlı yaşamamız konusunda hatırlatmalarda bulunacaklar.

TOÇEV’in tüm etkinlik ve çalışmalarına yansıyacak olan “Hayata Yavaş” felsefesi, özel eğitimli koçlar tarafından eğitim süreçlerine dahil edilecek. Bu koçlar, projenin ulaşabildiği tüm köylerde büyük şehirlere oranla daha “yavaş yaşayan” çocukların şehirdeki çocukları eğitmesi gibi değişim modelleri de ön görülüyor. Annelerin bu konuda bilinçlendirilmesi de projenin en önemli adımlarından biri.

Köylerdeki çocuklar durup gökyüzüne bakmayı, sedir ağacının köknara benzemediğini, ıhlamur ağacının ne zaman çiçeklendiğini, ayçiçeklerinin ağustos ayında toplandığını anlatacaklar şehirli çocuklara. Onlar da başlarını bilgisayar ekranından veya tabletlerden kaldırırlarsa dinleyebilecekler. Bu tuhaf çağdaş yaşantımızı biraz normalleştirebilmek için sosyal sorumluluk projesiyle mi olur, nasıl olur bilmem ama bir yerlerden başlamak gerektiğine inanıyorum.

Evet, 2013’ün sloganı “biraz yavaşlayalım”, duralım ve düşünelim. Düşünmek iyi bir şeydir !...

 

Füsun Kankat 

 



__________ ESET NOD32 Antivirus tarafından sağlanan bilgiler, virüs imza veritabanı sürümü: 7887 (20130112) __________

İleti ESET NOD32 Antivirus tarafından denetlendi.

http://www.nod32.com.tr