6 Temmuz 2014 Pazar

Hegel 'de Toplum

HEGEL'de  TOPLUM

Durkheim'ın en çok etkilendiği düşünür olarak Hegel 1770 doğumludur ve dolayısıyla dahi besteci Ludwig van Beethoven'ın çağdaşıdır.  Beethoven'la birlikte o dönemin ünlü entellektüelleri , örneğin Goethe, Schiller, Shopenhauer ve yazar olan anne Schopenhauer gibi  Alman entelejansiyası ile aynı sofrayı paylaşıyorlar ve Aydınlanma döneminin en parlak düşünsel zeminini oluşturuyorlardı.

Hegel  1831'de öldüğünde Berlin Üniversitesi'nde profösördü.  Durkheim'ın görüşlerini anımsatan toplum felsefesinden bahsetmek gerekirse, toplum felsefesi derken esasen onun ünlü "Ruh Felsefesi" olarak ele aldığı 1807'de yayımlanan "Ruhun Fenomenolojisi" adlı eserinde :

1. Subjektif ruh veya birey                                                                                                                                                 İnsan özü bakımından, ruh, yani bilinç ve özgürlüktür. Fakat tabiatın elinden çıktığı vakit, o henüz ve ancak prensip bakımından böyledir. Ruh da, tabiat gibi, gelişme kanununa tabidir. Bilinç ve özgürlük ne bireyin beşiğinde, ne türün başlangıcında vardır; bunlar, en yüksek anlamıyla tarih denilen evrimin meyvasıdır.                                                                                                                                                                     Birey, tabiat halinde, kör içgüdünün, kaba tutkuların ve hayvani hayatın ayırt edici özelliği olan egoizmin egemenliği altındadır. Fakat aklı geliştikçe, başkalarının kendi benzerleri olduğunu anlıyor; aklın, özgürlüğün, ruhluluğun yalnız kendi ayrıcalığı değil fakat herkesin ortak malı olduğuna kanaat getiriyor. Bu andan başlayarak bunların tekelini yalnız kendisi için istemekten vazgeçiyor. Hemcinsinin özgürlüğe sahip oluşu, kendi özgürlüğünün kanunu, freni, sınırı haline geliyor. Bireyden üstün olan bu kudret karşısında eğilmekle, subjektif ruh, yerini objektif ruha bırakıyor. Şimdi, objektif ruha gelelim:

2. Objektif ruh veya toplum                                                                                                                                           Tabiat halinde kör bir kuvvet, türün yayılması içgüdüsü, intikam içgüdüsü şeklinde görünen şey, var olmakta devam ediyor; ama şekil değiştiriyor: Bu artık evlenmedir, kanuni kovuşturmadır, kanunun düzen ve disiplin altına koyduğu ve asilleştirdiği içgüdüdür.

Objektif ruh ilk önce, herkes için tanınan ve güvence altına alınmış özgürlük olan hak şeklinde kendini gösteriyor. Özgür tanınan birey, bir şahıstır. Şahsiyet mülkiyetle gerçekleşiyor ve kendini belli ediyor. Her kanuni şahıs, özgür faaliyeti sonucunda , mal sahibi olmak ve şu halde mülkiyetinden vazgeçmek hakkına sahiptir.  Bu vazgeçme, mukavele şeklinde olur. Mukavele, tohum halinde Devlettir.

Hukuk, ancak bireyin,  genel  veya kanuni irade ile ( Objektif ruh ) çatışma haline girdiği zaman olanca gücüyle kendini gösterir.                                                                                                                                                          Bireyin iradesiyle kanuni irade arasındaki çatışma, suçu (injuria, yani haksız fiil, hukukun inkarı) doğurur. Fakat birey tarafından inkar edilmiş olmakla, hukuk, hukuk olmaktan, herkesin iradesi olmaktan çıkmaz.  O, bir an için sıkıştırılmış bir zemberek iken,  c e z a  şeklinde yeniden genişler.   Adaletsizlik, suç, cürüm böylece adaletin kudretini meydana çıkarmaya ve aklın ve hukukun, bireyin arzusundan üstün olduğunu göstermeye yarar. Kanunun uyguladığı cezalandırma, bir ceza, bir düzeltme değil, haklı bir karşılıktır. Bu bir araç değil, bir amaçtır.Bu hak olduğunu gösteren hak, adalet olduğunu gösteren adalettir ve ceza çeken, onun şan ve şöhretinin istemeyerek bir aleti olur. Ölüm cezası doğrudur ve muhafaza edilmesi gerekir. Kabahatliyi ıslah etmek için onu öldürmek sanki güzel çareymiş gibi. Zamanımızda çok sık rastlanan bu itiraz, Hegel'e göre,  kanuni öç alma hakkında yanlış bir fikre dayanmaktadır; bunun amacı bireyin ıslahı değil, tecavüze uğrayan prensibin resmi ve aleni şekilde onaylanmasıdır. İtirazın doğru olan yanı, hukuki görüşün tek taraflı, tekelci olmasıdır.                   Gerçekten hukuk, ancak kanuna ve onun yerine getirilmesine bakar; kanuni fiilin iç nedeniyle ilgilenmez. Oysa birey, her noktada kanunun emirlerine uymuş olabilir; genel irade kendi iradesi ve fiillerinin hakiki nedeni olmadığı halde, dış hayatında tamamıyla namuslu kalabilir.Şu halde hukuk ve kanun alanında, görünür bir uygunluk altında,sübjektif ruhla objektif ruh arasında  gizli, ama çok gerçek bir antagonizma vardır.

Bu antagonizmanın kaybolması, hukuk, adalet denilen bu kişisel olmayan iradenin, bireyin kişisel iradesi, onun ahlaki fiillerinin iç kanunu haline gelmesi, kanunluluğun  a h l a k l ı l ı k  olması, veya Hegel'in diliyle söylemek gerekirse, objektif ruhun yeniden süje olması gerekir.

Ahlaklılık kalbin kanunluluğu,  bireyin iradesiyle aynı olan kanundur.  Ahlaki alanda kanun;  a h l a k i  kanun, v i c d a n ,  i y i l i k  f i k r i  haline gelir. Ahlak yalnız fiil olarak fiili değil, fakat onu yaptıran niyeti de araştırır. Kanuni düzen, vicdana kadar gitmeden hayatın maddi çıkarlarını düzen altına alıyorsa, eğer iradeye,  maddi çıkardan daha yüksek bir gaye göstermeden, belli bir örneğe göre şekil veriyorsa, buna karşılık ahlak daha yükseğe varmak ister: o, yararlı'yı iyi'ye tabi kılar.                              

Ahlaklılık, bireysel iradeleri fikrin ortak hizmetinde birleştirmek amacını güden birtakım kurumlarda gerçekleşir.                                                                                                                                                                         Temel ahlaki kurum, bütün diğerlerinin temeli, e v l e n m e ' dir,  aile'dir. Sivil toplum ve devlet  onun üzerine kurulur. Devlet, aile olmaksızın var olamayacağından , bundan evlenmenin kutsal bir ödev olduğu ve ilk ve esas  temel olarak, ödev bilincine ve akla dayanması gerektiği sonucu çıkar. O, ancak toplum ve devlet için yapıldığı zaman ahlaki bir fiildir. Başka herhangi bir şekilde hemen hemen nikahsız birleşmenin aynıdır. Boşanma sorunu da gene bu bakımdan çözülmelidir. Eğer evlenme birleşmesi, yalnızca duygu sorunu olsaydı, ancak o zaman boşanma haklı olabilirdi. Akli ahlak, prensip bakımından bunu mahkum ediyor ve uygulamada , ancak kanunun belirlediği müstesna hallerde buna izin veriyor.  Evlenmenin kutsallığı ve şerefi, fuhuş ve bireysel egoizm, çöküşün şaşmaz bir nednidir.                

Aileden doğan sivil toplum, henüz devlet değildir.  Onun amacı bireysel çıkarları korumaktır.Sivil toplumla devletin birbirine karıştığı küçük ülkelerde hakim olan ve birlikçi büyük devletlerin meydana gelmesiyle ortadan kalkan partikülarizm buradan geliyor. Devlet yalnızca bireylerin iyiliğini değil , fakat uğrunda özel çıkarları feda etmekten çekinmediği  İde'nin gerçekleşmesine çalışmasıyla , sivil toplumdan ayrılır. Komünde ön planda gelen egoizm ve partikülarizm, kendilerini dengeleyen gücü ve cezalarını bulurlar.  Devlet, İde'nin (fikrin), evrenselin, Objektif ruh'un egemenliğidir; ailenin ve sivil toplumun, ancak gerçekleşmesine vasıta oldukları  gayedir.

C u m h u r i y e t,  Hegel'e göre, hükümet şekillerinin en mükemmeli değildir. O, son tahlilde, sivil toplumla devletin birbirine karıştırılmasına dayandığından, bireyin önemini ve rolünü haksız yere büyütür. İde'yi , bireye, aileye ve sınıfa feda etmiş oldukları içindir ki , Eskiçağın cumhuriyetleri sonunda diktatörlüğe dönmüşlerdir. Yunanlılarda  istibdat, Roma'da mutlakiyet, ister demokratik ,    ister aristokratik olsun, cumhuriyet şekline ait temel kusurun, bizzat egemen akıl tarafından verilen mahkumiyet kararıdır.

Normal siyasi şekil  monarşi'dir; bir şahıstan ibaret bir şefin özgür ve egemen etkisi altındadır ki , ulusal fikir tam ifadesini bulur. Eğer devletin kudretini, siyasi geleneklerini, gerçekleştirmeye namzet olduğu fikri (İde'yi) elinde tutan bir hükümdarda  şahıslaşmazsa, devlet, bir soyutlamadan başka bir şey değildir.  Hükümdar insan haline gelmiş devlettir, bilinçli akıl haline gelen gayrışahsi akıldır, şahsi irade haline gelen genel iradedir. Filozofumuza göre, 14.Louis'nin sözünün doğru tarafı budur: Devlet benim.

Hegel, siyasi libelarizmi reddediyorsa da , buna karşılık milli liberalizme ve milletler prensibine taraftardır. Sivil toplumun faydacı görüş açısı bakımından , çok gerektiğinde, homojen olmayan unsurlar arasında birlik veya konfederasyon kurulabilir.  İsviçre, bunun bir örneğidir. Fakat devlet demek milliyet demektir ve milliyet demek , dil, din, adet, fikir birliği demektir. Bütün bu bakımlardan,  kendininkinden  başka bir milliyeti kendi içine alan ve onun isteğine rağmen, onu nefret edilen bir boyunduruk altında tutan devlet, tabiata karşı bir suikast işliyor demektir ki, bu halde, ama yalnız bu halde, muhalefet, hatta isyan, meşru bir şeydir. Siyasi birlik halinde yaşamak için, fikirlerde ortaklık bulunmalıdır. Bununla beraber, burada bir ayrım yapmak gerekir. İlhak ancak ilhak edilen kavim, yenenin temsil ettiği fikir (İde) kadar büyük, feyizli ve yaşamaya yetenekli bir fikri temsil ettiği zaman , baş kaldırmayı meşru kılan bir cinayettir. Öyle milletler vardır ki bunlar artık hiç bir fikri temsil etmediklerinden ve varlık nedenlerini kaybettiklerinden, ölmeye mahkumdurlar.                                              Fransa'da Breton milliyeti ve Pireneler'in iki tarafındaki Bask milliyeti  bu türdendir.

Aksi görünüşlere rağmen, sonunda  daima üstün gelen , daha güçlü olan milliyettir, daha çok yaşamaya yetenekli fikri  (İde'yi) temsil eden devlettir. 

Tarih geçmişin devletleriyle geleceğinkiler arasında aralıksız bir savaştan ibarettir.Bu mağlubiyetler ve bu galibiyetler süresince, devlet fikri yavaş yavaş gerçekleşir.  Tarihi devletler, bu fikrin büründüğü ve zaman onları yıpratır yıpratmaz , yeni şekillere bürünmek üzere fırlatıp attığı geçici elbiselerdir.                  Mutlak, özel bir varlıkla sınırlı kalmayıp daima bütünde bulunduğundan, ideal devletin şurada veya burada olduğu söylenemez. İdeal  Devlet her yerdedir,  çünkü o, tarihi devletlerde gerçekleşme yoluna girer; hiç bir yerde değildir, çünkü ideal olmak dolayısıyla, geleceğin çözümleyeceği bir problemdir.

Tarih, siyasi problemin gittikçe ilerleyen çözümüdür...  Her kavim, ideal devletin kurulmasına  kendi taşını getirip koyar; ama her kavmin, kendisini  İde'yle tezat haline koyan ve erken veya geç yıkılmasına neden olan ilk günahı da vardır. Her biri idealin bazı taraflarının temsil eder, hiçbiri onu bütünlüğünde gerçekleştirmez, şu halde hiçbiri ölmez değildir. 

Birbiri ardınca daha güçlü bir rakip tarafından yutulan mantıki kavramlar gibi ve aynı kanun dolayısıyla,  milletler sıra ile ortadan kalkarlar ve ellerinde bulundurmuş oldukları siyasi İde'yi, ocağı oldukları uygarlığı, daha gelişmiş ve daha büyümüş olarak birbirlerine devrederler.

Uygarlığın bir kavimden diğerine bu geçişi, tarihin d i y a l e k ti ğ i 'n i  oluşturur. Bu deyimin HEGEL'de hiçbir mecazi yanı yoktur. Başında sıfat bulunmayan mantık veya diyalektik, aklın bireysel düşüncedeki evrimidir;  tarihin diyalektiği, bu aynı aklın dünya sahnesindeki gelişmesidir.                         Farklı çevrelerde, ama aynı kanuna göre açılıp gelişen , aynı prensiptir. Saf mantıkta, daha kapsamlı ve somut fikirlerde devam etmek üzere, düşüncenin sahnesinde sıra ile görünen ve kaybolan soyut fikirlerdi. Tabiatın mantığında, fizik yaratışların ideal tipini artan bir mükemmellikle gerçekleştirerek, yükselen bir şekiller dizisinde birbirini izleyen  kitle haline gelmiş fikirler, maddi organizmalar söz konusuydu.  Tarihin mantığında, kavimlerde cisimleşen göze görünmeden insan mukadderatının  kumaşını dokuyan,  gene fikirlerdir. Fikirler, ister filozofun zeki bakışı altında cereyan etsinler, ister cisimler şeklinde birbirlerini izlesinler veya  tarihi milletlerde cisimleşsinler, daima aynıdırlar ve onların art arda geliş sıraları değişmez. ---"Akıl , hareket halinde bir mantık olan tarihin bizzat özüdür."---  Sığ görüşlü tarihçiye göre, doğan, gelişen ve mahvolan imparatorluklardır, savaşan kavimlerdir, birbirlerini yok eden ordulardır; ama bu milletlerin ve orduların arkasında , onların temsil ettikleri prensipler vardır; siperlerin ve bataryaların arkasında birbirleriyle savaşan fikirler yer alır...         

Ölüm cezası için söylenen , savaş için de söylenebilir;  bu  da şeklini değiştirecektir. Daha bugünden, askerlik sanatı ve uygarlık, onun barbarca hallerini değiştirmek üzere birleşiyorlar.  Ama insanileşmiş ve değişmiş olarak o, siyasi ilerlemenin araçlarından biri olarak kalmakta devam edecektir.  Onu hakiki şekliyle göz önünde bulundurmak ve onda , artık bir hükümdar arzusunun geçici tatmini değil,   fakat fikrin (İde'nin )  gelişmesinde önüne geçilemez bir kriz görmek, zamanımıza ait bir şereftir.

Hakiki,  meşru, zorunlu savaş, fikirler için savaştır,  19.yüzyılın yapmasını öğrendiği gibi aklın hizmetinde yapılan savaştır.  Bu, Eskiçağın ve Ortaçağın, fikirleri için savaşmamış oldukları  anlamına gelmez;  ama bu çağlar, savaşın ahlaki özünün bilincine henüz varamamışlardır.  Eskiden fikirler kör kuvvetler gibi birbirleriyle çarpışıyorlardı. Yeniçağ insanlığı, kanını uğrunda akıttığı davanın bilincine sahiptir.  Evvelce savaşan ihtiraslardı, bugün prensiplerdir.

Yenen devlet daha hakiki, ideal devlete daha yakın ,  bir kelime ile yenilen devletten daha iyidir. Onun galibiyeti bunun bir kanıtıdır; bu, yenilenlerin temsil ettikleri prensibin mahkum olmasıdır, Tanrı'nın kararıdır.  Bu şekilde anlaşılınca tarih, dünyevi olan hiç bir şeyin kendisinden kurtulamayacağı ezeli ve ebedi  hiddet günü gibi  sonlu, dar, eksik her şeyi, önüne geçilemez bir biçimde mahkum eden bir tanrısal cezalandırmalar dizisi şeklinde görünür.                                                                                                      Her devirde, evrensel ruhun, ötekilere oranla kendisinde daha tam olarak cisimleştiği ve evrensel uygarlığın başında yürüyen bir kavim vardır.  Böylece tarihin Tanrı'sı sıra ile Mısırlılar'ı, Asurlular'ı, Yunanlılar'ı,  Romalılar'ı, Fransızlar'ı  "seçti".  Mabedi tarih olan sonsuz  Ruh'un etrafında toplanmış olan milli ruhlar, sıra ile onun imtiyazlı organları olurlar; tıpkı büyük meleklerin  ezeli ve ebedi  Varlık'ın tahtını kuşatmaları gibi.

Her evrimin üç safhası olan var olmak, yayılmak, toplanmak, tarihin üç büyük devrinde de görülmektedir.

Doğu Monarşilerinde,  hükümdarda şahıslaşan devlet, ferdi yok edecek derecede  ona hakimdir.  Okyanus,  yüzeyinde oynaşan dalgaları düşünür mü?

Yunan devletlerinde, siyasi hayat ve bunun feyizli savaşları,  Asya hareketsizliğinin yerine ; cumhuriyet, mutlak monarşinin yerine geçiyor. Artık burada bireyler, devlet cevheri'nin , kendilerine muhtaç olmadığı basit tavırlar değil, ancak kendileri için var olan bir bütünün tamamlayıcı parçalarıdır;  dolayısıyla onlar önemlerinin ve devletin  kendi yardımlarına olan ihtiyacının duygusuna sahiptirler.  Bireysel unsurla Devlet arasındaki denge devam ettiği sürece,  klasik cumhuriyetler yerlerinde dururlar.                                                                                                                                                           Demagoji rejimi, bireysel tutkunun egoist görüşlerini milli menfaat yerine koyduğu anda , tehlikeye düşerler.  İstibdat reaksiyonu ile, asi birey zorla itaata  sürüklenmiş , üzerinde oturulabilen toprak fethedilmiş, en karşıt milliyetler aynı kalıba sokulmuş ve hareketsiz ve güçsüz bir kitle haline getirilmiştir.

Devletle birey arasındaki  denge,  Hristiyan ve Parlementer monarşide yeniden kuruluyor.  Bunun en tam örneğini, HEGEL, İngiliz anayasasında  bulmaktadır.

Eklemek gerekir ki ,  burada Hegel'i çeken şey, parlemantarizmden çok , İngiliz anayasasının temelinde olan muhafazakarlıktır.

 

 

1 Temmuz 2014 Salı

Kötülük Sorunu

KÖTÜLÜK  SORUNU

Kötülük sorunu başlığı altında irdelenen konu, genelde Tanrı ve insan olarak ele alınıyor ve büyük felaketlerin neden insanları kıyıma uğrattığı üzerinde geçmişten günümüze örnekler verilerek "Rahman ve Rahim" olan Kadir-i Mutlak olan Tanrı iyiyi temsil eder. O halde kötülük neden vardır?... gibi soruların cevaplarını St. Augustine'den başlayıp Kant'ın düşünclerinden alıntılar yaparak Voltaire'e kadar  gelip,  bütün bir düşünce tarihinden esinlenerek Tanrı varsa, bunca kötülük niye? ekseninde tartışıldığını okuyorum ve dinliyorum. Büyük depremler, tsunamilerden filan örnekler veriliyor bu argümanlarda.

Kötülük sorununun merkezine insanı koymak gerekir;  insanın insana yaptığı düşünsel ve edimsel  kötülüktür esas irdelenmesi gereken.  Savaşlarda insanın insana değil, insanların insanlara uyguladıkları düşünsel ve edimsel makro kötülükler düşünülecek olursa ; Hristiyan bakış açısıyla söyleyecek olursak "Baba Tanrı" çocuklarına birbirinizi vurun ve birbirinizin topraklarını gasp edin!... diye emir veriyor yani. Burada devletlerin özgür iradeleri ve siyasi kararları Allah'ın emri oluyor. Nitekim İlk Çağ'da Krallar Tanrısal yetki ile kutsanmış devlet başkanları idi ve bu çağlar boyunca değişik şekillerde ama özde aynı kalarak devam etti.

İnsan bir diğeri için neden kötülük düşünür? Kendi çıkarı için mi, Rekabet mi? Kıskançlık ve ego nedeniyle mi?  Kötü olan nadim olur mu? Nedamet-pişmanlık olabilir mi? Her kötü vicdan cezası çeker mi?  "Nadim olacak bir kişi zaten kötülük yapmaz"--diyebilir miyiz?  

Kötülük, bir kırılma noktasında veya zorlu bir dönemeçte kendimizi korumaya almak amacıyla yapmak zorunda olduğumuz bir eylem ise ve insan hayatında bir kere veya iki kere olduğunu farz edelim; fakat süreklilik gösteren, her defasında kişiye zafer kazanmışlık duygusu veren bir patolojik kötülük eğilimi var ise işte o zaman kötülüğe maruz kalan taraf kayıtsız kalıp "kötü" nün mahçup olacağını, nadim olacağını bekleyebilir mi?

"Göze göz, dişe diş, kana kan" devamlı mücadele etmek için düşünce gücü ve enerji mi harcamalıyız?

Kötüler enerjilerini devamlı negatif düşünce ve eylemlere harcarlar.  İyi ruhlar için bu o kadar zavallı bir durumdur ki akıl alacak gibi değildir ve sonunda kötülük yapan kişinin utandığına, vicdanen rahatsız olduğuna filan hükmedilir. Oysa her zaman ve hatta çoğunlukla bu doğru değildir. Görünüşte dingin ve iyi bir halde olan "Kötü", belki bir dinlenme molasında olup bir başka kötülük projesi için şarj durumundadır...

Kötü değişmez, tıpkı birtakım huyların yaş aldıkça tırmanışa geçmesi gibi. Kötünün farkında olmadan yaptığı bir iyilik varsa o da, iyi kişiye kazandırdığı tecrübelerdir. Psikoloji ve kötülük sorunu üzerine bir eğitim programı oluşturmaktan başka bir işe yaramazlar.

"Kış Uykusu" filminde vurgulanan "acaba kötülük karşısında hiç bir tepki vermezsek, kötü vazgeçer mi veya kendini kötü hisseder mi?" Bu bir iyilik, bozulmama, yozlaşmama, iyi ruhu koruma, asaletinden ödün vermeme hali midir? Yoksa pasif direniş midir? Ya da yetersizlik ve güçsüzlük müdür?......

İnsanın insana, devletin devlete (insanların insanlara) yaptığı bunca kötülük varken tutup Tanrı'nın kötülüklerinden veya neden kötülüklere karşı  insanları korumadığından söz etmek, Tanrı'nın varlığına inandığı gibi insanı reddeden bir nihilist tartışmadan öteye gidemez.

"Kış Uykusu" yer yer fonda duyulan Schubert'in piyano sonatı eşliğinde seyredeni filmin içine alıp oradaki hayatı yaşatan ve kasabanın durağanlığını insanın iliklerine kadar işleten sıradışı bir yapıt.

Yoksulluk-Zenginlik, Aşk-Alışkanlık, Durağanlık-Maceraperestlik, Gurur-Pişkinlik, Mutsuzluk-Pişmanlık,                İntellektüel uğraş-Can sıkıntısı gibi  kavramları ince ince rokoko gibi işleyen uzunca bir yaşam kesiti.    Çekimler ayrıca fedakarlık isteyen kamera çalışmalarını da içeriyor.

Sıcak yaz aylarında klimalı salonlarda özellikle kar temalı film seyretmeyi seven biri olarak ben şahsen  Nuri Bilge Ceylan'a teşekkür ediyorum. Zaten o "Altın Palmiye" ile en büyük teşekkürü aldı.                   Yaz sıcağında "Kış Uykusu", müthiş doğrusu!...

Füsun Kankat

 

 

29 Haziran 2014 Pazar

DurkheimIn Ahlak Felsefesi

 

DURKHEIM'IN  AHLAK  FELSEFESİ

 

Durkheim'a göre din; metafizik ve psikolojik değil, sosyal bir kurum veya eserdir. Bunun en kuvvetli kanıtı, dinin de toplum kadar eski olması, ikisinin gelişmelerinde paralellik  bulunmasıdır.                      Dini alanda "Ahlak"sükunet içinde; her toplumun bağlı olduğu dini öğretiler çerçevesinde ve referans kabul edilen kutsal kitap ve dini mürşitlerin vaazlarına göre gelişen ve beslenen bir toplumsal terbiye sistemidir. Bu disiplinin önerdikleri genel olarak nelerdir?  Adil düzen, doğruluk, adaletli olmak, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmamak, insana ve diğer canlılara saygı duymak, iftira etmemek, mensubu olduğu din ve ahlak öğretisinin ilkeleriyle çelişkiye düşmemek vb. daha pek çok maddeler ekleyebileceğimiz bir "ahlak" kavramı bilmekteyiz. Sosyal bir varlık olan insanın toplumla birlikte yaşadığı koşullarda bütün bunlar geçerlidir. Dinsel ahlak, toplumu düzene sokan ve birleştirici gücü olan en etkili bir tanrısal disiplin. Eski çağlardan beri toplumu idare etme erkini de tanrısal yetkiyle taçlandıran krallar, daha sonra Aydınlanma Çağı'ndan itibaren uzun süren sekülarizm gelişmelerine rağmen hala ve hala dinin birleştirici gücünü günümüzde de kullanabiliyorlar.                                                                                                                                                                      İnsanın ve toplumun olduğu yerde din var; din olmaksızın Teist inanca sahip olmayan insanlarda "Ahlak" yok mudur?  İşte bunu anlamak için İlk Çağ'daki Demokritos'a, Leukippos'a ya da Mazdakçılara filan uzanmaya gerek yok aslında... Tüm ilkel diyalektik materyalizmden Karl Marx'a kadar sıkı bir çalışma yapmaya da gerek yok.  Sadece sosyalist bir grubun aralarında yaşamak "Ahlak"ın bir başka işleyişini görmek ve algılamak mümkün.

İtaat değil, bir felsefe olarak "ezilenden yana olmak", "eşit paylaşım", "buyurganlık değil kimsenin kimseye yük olmadan kendi işini görmesi", konuşurken özel değil genel kamusal sorunların konu edilmesi,  çevrecilik (doğaya ve diğer canlılara saygı) gibi insanı esas alan bir adalet (doğruluk) anlayışı hakimdir. Yani Tanrı'ya inanmadan da bir Ateist ahlakından söz etmek mümkün.

Hangisi daha derindir? Daha anlamlıdır veya toplumun hayrınadır? diye düşünecek olursak, bireysel sorumluluk ve vicdan mekanizmasında bir problem varsa bunların hepsi sonunda iflas eder.   Hangi "....izm"in  mensubu olursa olsun insan ruhuna çöreklenmiş olan hainlik ve merhametsizlik, toplum düzenindeki zayıf halkaları oluşturacaktır.

Durkheim'ın ahlak felsefesi de,  kendi toplum anlayışına bağlı ve onun ürünüdür. Zaten o da, Fransa'nın mustarip olduğu sosyal bunalıma bir çare bulmak istemiş, örneğin 1880'de bilimle vicdan, görgücülükle bağıntıcılık (relativisme ) arasındaki anlaşmazlıkları görmüş ve bunun sonunda yararcı bir ahlakın ve her türlü bireysel  fantazilerin hakim olacağını sezmiş olacaktır ki, kişiliksiz ve mutlak bir adaletin, hem akla, hem de ahlaka dayanan gerekçelerini  fark etmiştir. 

Durkheim'a göre, ahlakın nesnel ve öznel olmak üzere iki görünüşü vardır. Birincisi, iyilik sayılan edimlerden ibarettir ki, nasıl hareket edersek ahlaklı olabiliriz? sorusuna karşılık gelir. İkincisi ise,    'yükümlülük' duygusudur ki, vicdanımızın bizi iyilik yapmaya  mecbur eden ve iyilik yapmamızı gerektiren öznel öznel baskısını ifade eder. Ahlakın genel görünüşünde, iyilik sayılan edimlerin töreleri şeklinde belirdiği, öznel görüşte ise bizi iyilik yapmaya mecbur eden ve bu törelere göre hareket etmeye zorlayan bir kuvveti hissederiz ki , 'yükümlülük' budur. Yükümlülük Kant'ın kategorik kanunu gibi, bir koşula bağlanmadan bize emreder. Aynı zamanda bu emirler, bize iyi ve isteğimize uygun görünürler. Zira, kaynağı toplum olan " her kural ve görüş bireylere sanki kendi yaratmadıkları bir şeylermiş gibi, bir baskı yaparlar. Fakat bunlar, aynı zamanda bireylere içkindir. Zira bunlar, bireyler olmaksızın yaşayamazlar, bireylerle yaşarlar. Biz, ancak bunlarla içgüdülerden kurtulur, insel ve uygar bir toplum oluruz. " İnsanda gerçeklik yargılarının yanı başında , isteneni olması gereni, yani ülküyü de içine alan birtakım değer yargıları vardır ki , bunlar daha çok ahlaksal ve tinsel hayatta görünürler. Fakat, bu yargılar da özel türden gerçekliklerdir;  tek başına alınan her birey üzerinde söz götürmez bir otoriteyle ağır basarlar.  Bu yargılar müşterek düşünme ve hissetme tarzlarını  ve kollektif tasarımları ifade ederler ki, bilginler bunları nesnel bir surette, adetlerde, kurumlarda ve düsturlarda inceleyebilirler. Bu değer yargıları her zaman belli bir toplumun ahlakını teşkil ederler. Bu değer yargıları her zaman belli bir toplumun ahlakını teşkil ederler. Bu nedenle ahlaksal edimlerin değerleri, kendi yapı ve tabiatlarından değil, toplumun tasarımlarından gelir. Ahlak adına her birimizin ve benzerlerimizin görüşleri hakkında hüküm veren, toplumdur.

Durkheim, Fransa'da  Auguste Comte'tan sonra gelen sosyoloji okulunun en büyük kurucusudur.      Hegel ve Simmel'in etkileri vardır. Evet, Dukheim'a göre Din, sosyal bir kurumdur. Kaynağı da toplumdur.  Bu güç fizik enerjiyi aşan bir nitelik ve özellik kaynağıdır ki birey bununla kendi kendisini aşar. Bu kaynak, sosyal hayatın edimlerinde , ibadet, tören ve kıyafetlerinde taşar ve toplumla karışır.

Tanrı, toplumu oluşturan bireylerden hem aşkın, hem de onda içkin olan kolektif bir varlıktır. O suretledir ki toplum, Tanrı'ya taparken farkında olmadan kendisine tapmış olur. Kutsalla dış kutsal zıtlığı, sosyalle bireysel zıtlığından başka bir şey değildir. Bunun böyle olduğunu, dinin toplumla birlikte bir evrim geçirmesinden de anlıyoruz.  Türlü totemler, ayrılmış olan türlü klanlara tekabül ederler.  Tanrı fikri,  ancak dünya imparatorluğunu kurmak istemiş olan Mısırlılar gibi bir ulusla doğmuştur.

Durkheim için Din, bütün diğer sosyal kurumları da yaratmış olan bir ana kurumdur. Denilebilir ki adeta insanın ilk düşüncesi mistik, daha açık bir deyimle, dinli olmuş ve bütün edim ve eylemlerini, bu düşüncenin  evrimine göre düzenlemiştir.

Durkheim'a göre, bir kuralın sürekliliği, Hume ve Spencer'ın zannettiği gibi  bireysel bir alışkanlığın ürünü değildir. Belki kendi gerçekliğinin bir kanıtıdır.  Bunun içindir ki  her Din, daha ilkel bir dinin değişik şekillerinden başka bir şey değildir.

 

 Füsun Kankat

 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Kıta Felsefesi, Ada Felsefesi ve Amerikan Felsefesi Üzerine (Bölüm 4)

PRAGMATİZM

Akademik ve teorik açıklamalardan uzak "İş"i hayatın esası olarak gören bir felsefi görüştür."Amerika'da doğmuş, daha çok orada gelişmiştir. Yeni bir felsefi görüş olup henüz 20.yy'da çıkmıştır.    "Klasik felsefe anlayışı hayattan ve pratikten çok uzak , tamamen teorik ve skolastiktir. Üstelik anlaşılması da çok güçtür. Oysa Pragmatizm, benim isteklerime, gerçek hayatın felsefesi olmak bakımından daha uygundur. Bu bakımdan hakiki felsefe de bu olmalıdır!" anlayışını benimseyen felsefe görüşü Pragmatizm  "hayatın felsefesidir". "Hayat hakikattir; hakikat hayattır" kuralını kabul eder.  Bir başka deyişle Pragmatizm, bir insan felsefesidir. Çünkü her şeyi insana göre değerlendirir.  Onun için bu mesleğe "Humanizm" diyenler de vardır.  Bu mesleğin Amerika'da çıkması tesadüf değildir.  Çünkü orada,  teorik ve akademik tartışmalardan ziyade her şeyde "fayda ve işe yararlık"  parolası hakimdir.

Pragma kelimesi, Yunanca "Pragmatikos"dan gelmektedir. İş, faaliyet, yeterlilik anlamlarına gelir.    "Faydalı, yeterli, verimli, tatmin, pratik, işe yarar" deyimlerinin anlamları bize Pragmatizm'in ruhunu verir.

Pragmatizm'e göre ; "işe yarar bir araç, bir alet olduğu için" her fikir ve her buluş bir değere sahiptir.  Zeka ve fikirler, bizi çevreye uydurmak için birer araçtır. Bir fikrin doğruluğunu ispat, işle orantılıdır. Yani bir fikrin doğru olabilmesi herhangi bir alanda netice vermesiyle orantılıdır. Böylece "doğru olan bir fikir faydalı olandır" düşüncesini kabul eder.

Bu görüşün temsilcileri; kurucusu Amerikalı W. James, J. Dewey, ve İngiltere'de F. C. S. Schiller'dir.          Din açısından Pragmatizm;  felsefi meslekler içinde dini esaslara Empiristlerden çok Rationalistler  kıymet vermişlerdir. Çünkü bir çok rationaliste göre insan aklı Allah'ın bir eseridir. ( Doğuştan akıl) ;  böylece de bu esas Allah fikrinin de doğuştan gelen bir bilgi olduğuna dayanır. Pragmatistlere göre ise:  Dindeki imanın manevi hayatımızı takviye etmesi ve bunun pratikte yer alması, bir Pragmatistin fazlasıyla dikkatini çeker.  Şayet din ferdin hayatında "bir işe yarıyorsa, ona tatminkar bir durum sağlıyorsa" yani onu "hayati sayılan hedeflere ulaştırıyorsa ", o takdirde geçerlidir ve doğrudur.

Pragmatist görüş hakikati; yaşanan bir hayat ve bu hayat içinde bizi başarıya ulaştıran, bizi tatmin eden, faydalı sonuçlar çıkartmamızı  kolaylaştıran "pratik bir sonuç" olarak ele alır.

Sonuç:  Her üç tip felsefi görüşü kısaca özetleyecek olursak:

a)  Rationalist Görüş (Kıta Felsefesi) :                                                                                        

Bilgilerimizin kaynağı akıldır. Akıl da ilahi bir kaynağa sahiptir. Akıl prensiplerimiz doğuştan gelmektedir. Akıl Prensipleri gibi "Allah'a, Sonsuzluğa, Kemale" ait fikirlerimiz doğuşla beraber gelmişlerdir.

b)  Empirist Görüş (Ada Felsefesi)  :

İngiltere'de gelişen bu düşünce sistemine göre bilgilerimiz deneyden gelir. Deneyleri edinmemizde, duyu organlarının da rolü vardır. Duyu organlarının bildirdiklerini akıl almamazlık edemez.  O bakımdan akıl pasiftir.  Zihin prensipleri, eşya nizamında gördüğümüz bağlılıklar vb. hep birer zihin alışkanlığı, birer çağrışımdan ibarettirler.

c)  Pragmatist Görüş (Amerikan Felsefesi) :

Bilgilerimiz yaşanan hayatla ilgilidir. Bilginin konusu olan hakikati de hayati oluş ve hayatta, tatbikatta elverişliliği bakımından ele almalıdır. Günlük hayatla ilgili olmayan bir bilgiye ve onun konusu olan hakikate ne bilgi, ne de hakikat gözü ile bakılmaz.

 

 

Füsun  Kankat

                                             

 

 

 

Kıta Felsefesi, Ada Felsefesi ve Amerikan Felsefesi Üzerine (Bölüm 3)

18.YÜZYIL  AYDINLANMA  FELSEFESİ

 

Aydınlanma, insanın düşünme ve değerlendirmede din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup kendi aklı, kendi görgüleri ile hayatını aydınlatmaya girişmesidir. 18.yy felsefesine "Aydınlanma felsefesi", bu felsefenin içinde yer aldığı tarih dönemine "Aydınlanma Çağı" denir.  Burada aydınlanmak isteyen insanın kendisi, aydınlatılması istenen insan hayatının anlam ve düzenidir.  Bu da tipik bir tarihi fenomendir: İnsanlık tarihinde bir zaman gelip de hayatın düzenini ayarlamış olan değerler, formlar canlılıklarını yitirince, yeni bir düzene kılavuzluk edecek ideler aranır. İşte Yeniçağ'ın aydınlanması da bu çeşitten bir arama ve bulmadır.

Aydınlanma; sadece 18.yy'ı değil, Ortaçağ'ın kapanmasından bu yana bütün bir dönemi içine alır. Avrupa'da insanın hazır bulduğu gelenek şemalarından kopup hayatın düzenini  kendi aklı ile bulmaya girişmesi, Rönesans'la başlar. 18.yy bu gelişmede en yüksek noktadır; bu sürecin en arınmış, en klasik formuna ulaşmasıdır. Özellikle 18.yy'a "Aydınlanma Çağı" denmesi bundandır.

Geniş anlamıyla  Aydınlanma, Ortaçağ'ın kapanmasıyla, Ortaçağ'ın hayat anlayışına karşı yeni bir dünya görüşü olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyi açan Rönesans,  transcendent olan yani kökü ve ereği bir üst dünyada bulunan bir hayat düzeninden , immanent (kökü ve ereği bu dünyada bulunan) bir hayat düzenine geçişin başlangıcıdır.  Bu geçişte Rönesans düşüncesi kendini bütün tarihi otoritelerden bağımsız kalmaya , dünya ve hayat üzerindeki görüşlerine sadece deneyin ve aklın sağladığı doğrularla şekil vermeye çalışmış, Ortaçağ'ın statik gelenekler şemasını kırıp düşünme ve değerlemede özgürlüğe ulaşmayı bu yolla denemiştir. Ancak, Rönesans bu planını tam olarak gerçekleştirememiştir.  Çünkü Rönesans, bir geçit çağıdır. Geçit üzerinde bulunan, geride bırakılan ile  kendisine varılmak isteneni ister istemez bir arada bulundurur. Onun için yeni bir dünya görüşünü aramada ilk denemeleri yapan Rönesans düşüncesinin formülleri tabii olarak henüz bulanıktır, sallantılıdır; bu düşüncenin henüz bütünlüğü yoktur, parçalıdır. Rönesans "yeni"yi  arama yolunda bir kaynaşma,  çoşkun bir araştırma çağıdır.

17.yy'da ise Rönesans'dan kalan ilke ve buluşları derleyip birleştiren birliği olan bir dünya görüşü meydana getirmeyi  deneyen bir yüzyıldır; esas karakteri de 1- Fiziko matematiği bilim örneği olarak alması ve  2- Rationalizm'idir.

Rationalist görüşün zıttı olan Ampirizm'i yani deneyci felsefesini tüm ayrılıklarıyla daha iyi belirtebilmek için bu felsefi sistemin geliştiği çağı incelemek gerekir. Bu da bu felsefi görüşü meydana getiren tarihi ve sosyal nedenler üzerinde durmak demektir:

18.YÜZYIL FELSEFESİNİN ESASLI ÖZELLİKLERİ:

1- 18.yy, bir Descartes'da, bir Spinoza'da bulduğumuz bu çeşit metafizik construction'lardan uzaklaşacaktır. Bu yüzyılda, kılı kırk yaran metafizik düşünceyi şüphe ile karşılamayı,  ondan bir bıkma ve ayrılmayı bulacağız. Metafizik spekülasyonlarla şiddetle savaşan 18.yy düşüncesinin bir karakteristiğidir bu. ( Bir sağ duyu felsefesi )                                                                                                         2-  18.Yüzyıl felsefesi bütünüyle akla güveni yitirmez. Tam tersine bu düşünce akla inanıp güvenmede kendinden önceki yıllardan daha ileri gider. Yeni tabiat bilimi, tabiatın yapısını doğru olarak kavramakla insana tabiat üzerinde hakim olmak yollarını açmıştı; bu da insan aklının nesneler üzerinde egemen olduğu bilinç ve gururunu getirip yerleştirmişti.

3-  Aydınlanma Yüzyılının ideali; bilginin ilerlemesine dayanan intellektüel bir kültürdür.  Aklın aydınlattığı doğrular (hakikatler ) ile beslenecek olan bu kültür sonsuz bir ilerlemeye adaydır.                       Akla karşı beslediği bu güven yüzünden  Aydınlanma Düşüncesi geleneklerin köleliğinden kurtulacağına, kaderini kendisi kendi eliyle düzenleyeceğine, insanın özgürlük ve mutluluğunun boyunu arttıracağına inanır. Bu güvenle tarihin oluşturduğu bütün kurumları aklın eleştirmesinden geçirir.                                                                                                                                                                                Toplumu, devleti, dini ve eğitimi aklın ilkelerine göre yeni baştan düzenlemeye girişir. Aklın yoluyla gelişip ilerleyen intellektüel kültür üzerinde insanlığın birleşeceğine inanır.

4-  Düşünürleri önemli düşünüp çalışan veya bilimin exact ifade formunu kullanan birer filozof olmaktan çok büyük yazarlardır. Lock ve Voltaire gibi. Bunlar yazılarında milli dillerinin geniş çevrelere de yayılmasını sağlamışlardır. Artık felsefe (geniş çevrelerde) eğitim ve yetişimde yer alıp dergiler, toplantılardaki tartışmalar, ödüllü yarışmalar, genel kitaplıklar, edebiyatla iş birliği yaparak pek geniş bir aydın çevreye yayılır.

5-  Layik bir dünya görüşünü temellendirip, bu layik görüşü hayatın her alanında gerçekleştirmeye çalışır.

6-  Akla yer veren intellektüel kültür anlayışı aynı zamanda çözülmeye yüz tutar.                                                             

Rationalist anlayışı yıkacak karşıt görüşler ortaya çıkar. Bu yüzyılda mesela Shaftesbury akıl inancı karşısında "güzel karşısındaki coşuyu"     güzellik idealini koyacaktır. Rouseau, tek yanlı akıl karşısında (akla değer vermekle beraber) "canlı duyguyu" savunacaktır. Böylece akıl ve duygu fikirleri karşılaştırılarak rational anlayışı çürütecek, irrational faktörler ortaya çıkacaktır. Bundan da Rationalizm'                       (Akılcılık )  den duygucu "sensüalizm= ilkel empirizm" ve deneyci empirizme geçme durumunu görebiliyoruz. ( D. Hume,  Voltaire )

Artık iç güdülere ve duyguya yer veriliyor. Bununla beraber yönetici ide yine akıldır. 18.yy'da  KANT bunu sarsar: "Aklın gücünün nereye kadar varacağını bu yetinin de bir sınırı olduğunu " gösterir.             7-  18.Yüzyıl AYDINLANMASI, İNGİLTERE'de başlamış, Fransa ve Almanya'ya geçmiştir. Onun için bu yüzyıldaki duygu ve iç güdüye yer veren Empirist ( Duygu ve Deneyci )  anlayıştaki felsefeye ADA FELSEFESİ  denir.

İngiltere'de deneyci ( Locke, Hume, St. Mill, H. Spencer ), Fransa'da o zamanki sosyal-politik duruma uyarak çok radikal bir karakterde ve Rationalist, Almanya'da ise daha çok mistik-rationalisttir.

 

 

 

 

 

 

Kıta Felsefesi, Ada Felsefesi ve Amerikan Felsefesi Üzerine ( Bölüm 2 )

17.YÜZYIL  FELSEFESİ  VE  YENİÇAĞ  RATİONALİSTLERİ

Rönesans'ın elde ettiği kazançları derleyip düzenleyen, bunlara dayanarak birliği olan bir dünya görüşüne varmayı  deneyen bir yüzyıldır. Yeniyi arar, temeli antik çağdır. Bu yüzyılda farklı düşünürler ve bunların farklı sistemleri olmakla beraber; esasta, metotta ve amaçta birleştiklerini görüyoruz.        Aynı farklılık antik çağda da vardır. Miletli, Elealı filozoflar, Sofistler, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikürosçular, Yeni-Platonculuk, Stoacılar...  Bu zengin tablo Ortaçağ'da monoton bir hal alır; ancak Rönesans etkisiyle 17.yüzyıl felsefesinde de aynı renkli tabloyu buluruz. Ortaçağ'ın filozofları hakikate sahip olduklarına ve bu hakikatin de dinin doğmalarında olduğunu kabul ederler. Oysa 17.yüzyıl felsefesi matematik ve fiziği bilgi örneği olarak almışlardır. Rönesans'ın sonlarında hızla gelişen matematik, fizik, tabiatın yapısını matematik kavramlarla kavrayabileceğimizi göstermiştir. Artık rational yapılı olan tabiatı ratio (akıl) kavrayabilecek durumdadır. Tanrı'nın bir yandan evrene, öbür yandan insan ruhuna matematiksel ilkeler yerleştirmiş olduğu kabul edilir. Böylece (akıl- tabiat) uygunluğuna inanılır. Çünkü her ikisi de matematiksel yapıdadır. Yapılacak iş tabiatı incelerken matematiksel bir metot tatbik etmektir.

Sonuç olarak 17.yy felsefesinin ana dayanağı matematik ve fiziktir. Descartes analitik geometrinin , Leibnitz differansiyel ve integral  hesabının kurucularıdır.  Skolastiğin aksine deney ve gözlem metodu tatbik edilir. Nesneler içinde artık gizli bir kuvvet yoktur. Kopernic  ve Galileo  1- gözlerimizle gördüğümüz görünüşü, 2- Kilisenin dünya görüşünü, 3- Ortaçağ'ın resmi felsefesi olan Aristo felsefesini yıkmıştır. Çünkü dünya bir çok gezegenler ve evren içersinde bir nokta gibi kalmıştır. Oysa Ortaçağ'da kainatın merkezi dünya olarak kabul edilmiştir. Newton, çekim kanununu bulmakla "cisimlerin özü gereği düşer" düşüncesini yıkmıştır.

17.yy felsefesinde ön planda gelen metot problemidir. Bu metot da  matematiksel bir karakter taşır.         Bu yüzyıl ile başlamış olan Yeniçağ Rationalistlerinin teker teker düşünüşlerini ve kendilerine özgü Rationalizm özelliklerini burada belirtmeye gerek yok; ancak "17.yüzyılda Descartes, Leibnitz, Spinoza, Malbranche, Grotius, Hobbes ve Pascal , 18.yüzyılda da Kant'ı Yeniçağ'ın Rationalist  filozofları olarak görüyoruz", deyip Empirizm'le Rationalizm'i karşılaştırmada bizi ilgilendirecek olan ve daha bir değişik yönde oluşları bakımından (ileri bir rationalist görüşte, Empirzm'e kaçan düşünüş özellikleri gösteren ) filozofları söz konusu etmemiz gerekiyor:                                                                                           İşte İlkçağ için nasıl Aristoteles'i  duyguya yer veren bir ileri ve aydın Rationalist olarak ele aldıysak bu çağ için de KANT'ı ve hatta PASCAL'ı alabiliyoruz.                                                                         

KANT  (1724 - 1804);  gençlik devresinde ilkten "Doğmatik Rationalistler" in fikirlerini benimsemiş, yani akıl aracılığıyla değişmez ve mutlak bilgilerin elde edilebileceğini zan ve kabul etmişti. Ne var ki olgunluk döneminde Empirist bir düşünür olan David Hume'un etkisinde kalarak biginin meydana gelmesinde duyu unsurunu benimsemiştir. Kant'a göre 1- Akıl dünyası 2- Nesneler dünyası .  Nesneler dünyasında  a- Fenomen  b- Noumen bulunur. Biz fenomeni bilebiliriz, noumeni bilemeyiz.                            Fenomen dünyasına ait bilgiler ona göre şöyle meydana geliyor:  Duyu organlarının işlemesi Anlık (Müdrike)nin  işlemesi ve çalışması ile.                                                                                                                               Duyu organlarımızdan gelen izlenimlerin deneyden gelmeyen tamamen Rational olan mekan (uzay) ve zaman unsurları kabul eder. Böylece Kant, Rationalist bir tutumla duyarlıkta da salt (deneyden gelmeyen) kavramlar kabul etmiştir.                                                                                                                             Duyu organlarından gelen izlenimler anlığın kalıplarında bir biçim (form) olarak yargıları meydana getirirler. Böylece akıl Nesneler dünyasına değil, Nesneler dünyası Aklın kanunlarına uyar. Kant'ın deyimiyle " Salt Anlık, fenomenlere kanunlarını dikte eder".

Rationalist görüş ile Empirist görüşü uzlaştırırken benzer yönlere değindiğimizde Kant'ın D. Hume'un etkisindeki düşüncelerinden kısaca bahsederek Pascal'ın Rationalizmini belirtelim:

PASCAL, İrrationalist bir düşünce tarzı ile salt akılcılığın karşısındadır. "Herşey akla uygun değildir" der.  "Aklın olmadığı her şey  var olmaktan geri kalmaz".  Duygucu bir düşünürdür Pascal .  

İşte Rationalizm hakkında yapılan açıklamadan anlaşılıyor ki bu meslek Sokrates'ten Kant'a kadar  açıklama şekillerini az çok değiştirmiş, kendi görüşü dahilinde kendi eksiklerini görerek onları düzeltmeye çalışmıştır. Yani Rationalizm, ilk meydana geldiği şekillerde olduğu gibi "bilgilerimizin doğuştantan geldiğini" zamanla savunamaz hale gelmiştir. Deneyden gelen bilgiler olabileceğini de anlayan Rationalistler, Sokrates ve Platon anlamındaki açıklamalarından uzaklaşmış, deneye de yer vermek zorunda kalmışlardır.

AMPİRİZM  HAKKINDA :

"Bilgilerimizin kaynağı nedir?" sorusuna "deney"dir diye cevap veren ve Rationalizm kadar uzun bir geçmişe sahip olan bir meslek olarak ortaya çıkan Ampirizm; Rationalistlerin aksine, bilgilerin kaynağı olarak "akıl" değil, "deney"i kabul eder. Onlara göre doğuştan hiç bir bilgiye sahip değiliz. 

Yalnız bilgi ve fikirlerimiz değil, aklımızı kullanmada rol oynayan akıl prensiplerimiz de doğuştan gelme değildir.  Keza koyu rationalist filozofların iddia ettikleri şekilde, Allah'a, sonsuzluğa, kemale, matematik tanımlara, aksiyomlara... ait bilgilerimiz de "doğuştan gelme" değillerdir.  Bunların doğuşla hiç bir ilgisi yoktur. İşte empirist filozoflar, bütün bunların ve zihinde var olan diğer türden bütün bigilerin deney sonucunda elde edildiğine inandılar.  Bu şekil fikir tartışmalarının geçmişi çok uzundur ve içeriği çok zengindir. Ampirizm'in geniş tarihi incelecek olursa zamanla ampirist filozofların da "akla" yer vermek eğilimini gösterdikleri göze çarpar. Nasıl ki rationalistler zamanla deneye yer vermek zorunda kalmışlarsa, Ampiristler de zamanla öyle "akla" yer vermek zorunda kalmışlardır.              

Ampirizmin ilk temsilcileri İlkçağ Yunan'da olup bunlar daha çok duyu organlarımızın bildirdikleri duyumları esas almışlardı. Duyularımızın bildirdiği duyumları "gerçek bilgiler"miş gibi kabul eden ampirizmin bu şekline "Sensüalizm = Duyumculuk" adı verilir. Yani Ampirizm'in ilk şeklidir ve tamamen duyumları kabul eder. (Demokrit,  Epikür gibi)

Sensüalist açıklamalardan uzaklaşan ampirizm, sistematik anlatımını İngiliz filozofu  J. Locke'un felsefesinde bulur. John Locke, David Hume, Stuart Mill,  Herbert Spencer, Fransa'da ise Condillac.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kıta Felsefesi, Ada Felsefesi ve Amerikan Felsefesi Üzerine Bölüm 1

KITA  FELSEFESİ,  ADA  FELSEFESİ  VE  AMERİKAN  FELSEFESİ  ARASINDAKİ  FARKLILIKLAR  VE               BU FARKLILIKLARI  DOĞURAN  SEBEPLER  ÜZERİNE  BİR  ÇALIŞMA

 

BİLGİNİN  KAYNAĞI  PROBLEMİ

İnsanın verdiği değer hükümleri  (güzel -çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış), matematiğin prensipleri (insan aklının ilkeleri) nasıl elde ediliyor? Bunları elde ederken hangi araçlara baş vuruluyor? Bunlar insan aklının eseri mi yoksa deneyler sonucu mu elde edilmiştir?

Bu sorulara felsefe tarihi boyunca çeşitli cevaplar verilmiştir:

1. Bilgilerimiz doğuştandır.                                                                                                                                             2. Aklın eseridir. ( Rasyonalist ve İntellektüalist düşünürler )                                                                                3. Bilgilerimiz duyu organlarımızın ve günlük deneylerimizin eseridir. ( Sensüalistler )                                   4. Bilgilerimiz ne deneyin ne de aklın eseridir. Sezgi gücüyle elde edilir. ( İntüitionistler )                              5. Pragmatistlere göre bir şeyin doğru olması onun doğru veya  yanlış olduğunu araştırmakla mümkündür.  Bir fikrin doğru olduğunu ispat işle orantılıdır. Yani bir fikrin doğru olabilmesi herhangi bir alanda netice vermesine bağlıdır. Böylece "doğru olan bir fikir, faydalı olandır", düşüncesini kabul eden bir görüştür.

Şimdi bizim burada konumuz olan Rationalizm, Empirizm ve Pragmatizm gibi bu üç felsefi görüşün, tarihi ve sosyal nedenlere dayanarak ayrılıklarını belirtmek için öncelikle her birinin ( ayrı ayrı birer felsefi sistem olarak ) , özelliklerini belirtelim:

 RATİONALİZM ( Akılcılık )

Bilgilerimizin ve akıl prensiplerinin doğuştan geldiğini ve akıl eseri olduğunu kabul eden görüştür.        Akıl adını verdiğimiz kendisinde tümel olarak geçen kavramlar, bilgiler ve kuralların bulunduğu kabul edilen yetimizi, gerçeği bilmek ve açıklamak olarak ele alan düşünce sistemine Rationalizm denir.                a)  Metafizikte (varlık felsefesinde) Rationalizm; herşeyin akla uygun olduğunu, varlık sebebi olmayan hiç bir şeyin olmadığını söyleyen görüştür. Kısacası gerçek olan Rationalizm'dir. ( Akla uygundur )

Bir de İrrationalizm vardır ki bu yukardakinin zıttıdır. Bazı filozoflar, "her şey akla uygun değildir" derler. PASCAL'a göre " Aklın olmadığı her şey var olmaktan geri kalmaz". PASCAL, Duygucu bir düşünürdür.

b)  Her şey akıldan gelmez, bir dereceye kadar deneyden gelir. Buna göre bilginin esas kaynağı akıldır.   Duyular bize ancak tam olmayan bilgi verirler. Bu görüşü savunanlar: PLATON, DESCARTES,  LEİBNİTZ, HEGEL.

c) KANT, bilgilerimizin deneyden geldiğini kabul eder. Yalnız başına deney, bilgileri meydana getirmez.   Deney yapmak için deneyden gelmeyen  apriori şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlar aklı meydana getirir.   Mesela evren hakkındaki her şeyin üç boyutlu görünmesi deneyden gelmez,  aklın yapısı gereğidir.          Bu hal deneyden öncedir veya aprioridir. Şu halde bilgi aklın işe karışmasıyla mümkündür.                   KANT'ın eski Rationalistlerden farkı: Eski Rationalistler, doğuştan insanda bilginin bulunduğunu kabul ederler.  Kant'ta ise doğuştan bilgi yoktur. Bilginin şartları vardır.                                                                           PLATON'a göre "Platon'a göre ruh bu evrene gelmeden önce gerçek olan evreni görmüştür.( İdea Evreni- İdealar Alemi )". Ruh, bu gerçek olan evrenin canlanmasından hatırlama ile bu evrendekileri bilir. DESCARTES'a göre "insan ruhunda hakikat tohumları vardır".  KANT'a göre bilgi, deneylerle başlar; fakat deneyden gelmez. Akıl olmasaydı, deney yapılamazdı. Evren hakkındaki bilgiler, bilginin apriori ile meydana gelir. Bizde zaman formu olmasaydı  bir olaydan sonra ötekini veya bir olaydan öncekini düşünemeyecektik. Böylece bilgide duyu dünyasının veya deney dünyasının payı olduğu gibi bu deney dünyasına şekil ve biçim verip bilgi meydana getiren insan aklıdır.                                                           Rationalizm, genel olarak bilginin akıldan geldiğini, bir hareket noktası olarak ele alan bir görüştür. Rationalistler, hakikat (doğru) fikrinden hareket ederler. Hakikatin bir aynı ve değişmez olduğuna inanırlar. Böylece bilgiyi temellendirmek için bilginin deneyden gelmediğini söyleyerek insan bilgisinin tamamen aklın eseri olduğunu kabul ederler. Yukarıda da belirttiğim gibi Kant hariç bütün Rationalist filozoflar bilginin değeri probleminde doğmatiktirler.                                                                                             Rationalistler, bilgi deyince matematiği göz önüne alırlar. Empiristler ise tabiatı ele alırlar. Kesin bilgi Rationalistlere göre akıldan gelen bilgidir. Bu da Matematik, Astronomi, Fizik gibi fiziko matematik ilimlerdir.

Rationalizm'in çeşitli anlamlarını ve bu arada Kant'taki anlayışı (eski  Rationalistlerden farkını) belirttikten sonra biraz da İlkçağ Rationalistlerine değinelim: İlkçağ Rationalistleri ve düşüncelerine gelince...Sokrates (MÖ. 469- 399); "bilgilerimiz doğuştandır" der. İnsan bütün bilgilere doğuştan sahiptir. Bu bilgiler tıpkı üzerinde külleri olan bir ateşe benzer. Küller aralanınca ateşin ortaya çıkması gibi bilgiler ortaya çıkar. Bilgilerin ortaya çıkması da Sokrat'a göre şöyledir:                                                         1. Fikir doğurtma (Maitique), 2.Alay (İroni) şeklindeki yollarla karşısındakinde var olan bilgileri ortaya çıkarır. Fikir doğurtmada, diyalektik bir metotla yani karşılıklı konuşarak soru ve cevap alınması şeklinde bilgi ortaya çıkar. Alay veya İroni ise, karşısında bilirim iddiasında bulunan kişiye " sen biliyorum iddiasındasın oysa ben hiç değilse bilmediğimi biliyorum" der.                                                         Platon'a (MÖ:427- 347) göre bilgi, anımsama (hatırlama= bilgilerin canlanması )dır. Onun kabul ettiği iki alem vardır; 1.İdealar Alemi (Esas Alemdir. İnsan ruhu bu alemden önce orada bulunmuş ve her şeyin aslını esasını orada görmüş ve öğrenmiştir.)                                                                                                     2. Duyular Alemi ( İnsanın yaşadığı bu dünyadır ki her şey , görülen her varlık esas olan idealar aleminden birer gölgedir. Platon bunu mağara istiaresiyle açıklar. )                                                                       Platon'a göre ruhta doğru tasavvurlar önce bilinçsiz olarak bulunurlar. Uygun sorular ve araştırmalarla aydınlık bilgi haline gelirler. Buna göre öğrenmek eskiden bilineni anımsamadan başka bir şey değildir. Netice olarak akıl bize ruh vasıtasıyla doğuştan birtakım bilgiler getirmiştir. Sürekli bir araştırma ve metotla bu bilgiler ortaya çıkartılabilir. (Anımsama) Böylece bilgi meydana gelir.                                                         Aristoteles (MÖ:384-322) : Rationalistler içinde (İlkçağ Rationalistleri arasında) katı bir Rationalist anlayıştan uzaklaşıp ileri bir Rationalizme geçen ilk düşünürdür. Düşünceleri incelendiğinde onda duyguculuğa kaçan tarafları görebiliyoruz.  Aristoteles'e göre insan aklı doğuştan bilgiye sahip değildir, fakat bilgi yeteneğine sahiptir. Duyular ve dış deneyin bilgide payı vardır. Duyu organlarının elde ettikleri bilgiyi işleyen, onlara bir şekil (form) kazandıran insan aklıdır. Duyu  organlarının bildirdiklerini işleyen, onlara şekil veren aklın aktif yönüdür.  Duyu organlarının bildirdikleri ise pasif akıl tarafından alınır ki bu da izlenimlerdir.

 

 

 

 

 

1 Ocak 2014 Çarşamba

Yılbaşı Çamları

YILBAŞI  ÇAMLARI

Günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde yılbaşı öncesi evler, sokaklar çam ağaçları ile süsleniyor. Evlerde tepeden kesilerek bir köşeye yerleştirilen çam ağaçlarının altlarına hediyeler konuluyor.

Yeni yıla girerken ağaç süsleme genelde Hıristiyanların bir adeti olarak biliniyor. Ne var ki başka dinlere inananlar da yeni yıla girerken çam ağacı süslüyorlar. Türkiye'de de evlerde ve mağazalarda çamlar süsleniyor. Türklerin eski yaşamları ile ilgili yazıtlarda, 22 Aralıklarda "gündönümü kutlamaları" için ağaç süsleme adetinden çoklukla söz ediliyor. Gündönümü, Güneş'in dünyaya en uzak mesafede olduğu ana verilen addır. Günlerin ve gecelerin kısalmaya veya uzamaya başladığı andır.

Kış gündönümünde 21- 22 Aralıklarda güneş ışıkları Oğlak Dönencesi'ne dik gelir.  Kuzey yarıkürede günler uzamaya, güney yarıkürede kısalmaya başlar.

HAYAT  AĞACI

Sümerolog Dr. Muazzez İlmiye Çığ hocanın anlatımına göre, Orta Asya'dan göç etmeden önceki dönemde ve tek tanrılı dinlere geçmelerinden önceki yıllarda Türkler, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir "Akçam ağacı" bulunduğuna inanıyorlardı.                                                                 Bu ağacın tepesi, gökyüzünde oturan tanrı "Ülgen"in sarayına kadar uzanıyordu. Bu ağaca da "Hayat ağacı" deniliyordu. O günlerin inanışına göre, "Tanrı evrende var değildi, evreni yaratandı, tek hakimdi, hiçbir şeye benzemezdi, canı veren de o idi, alan da".

Hayat ağacı da tek idi, canlıların hayat kaynağı idi, daima canlı ve diri idi. Hayat ağacı ve üzerindeki Kartal motifi; hayatın başlangıcını, insanın yaratılışını;  dünyadan uçmayı (ölmeyi) temsil ediyordu.

İnsanların koruyucusu Tanrı "Ülgen", gökteki sarayında oturarak geceyi, gündüzü, güneşi yönetiyordu.                İnançlara göre, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece ile gündüz savaşıyordu. Uzun bir savaştan sonra da gün, geceyi yenerek zafer kazanıyordu.

GÜNDOĞUMU  KUTLANIYOR

Güneşin yeniden doğuşu; bir "yeni doğum" olarak algılanıyordu. Yeni doğum 22 Aralık'ta "Nardugan" ("nar= güneş", "tugan=dugan=doğan") bayramı olarak Akçam ağacı altında kutlanıyordu. Güneş'in geri verdiği Ülgen'e dualar ediliyordu. Nitekim İlkçağ sanatından kalan bazı taş kabartmalarda ve resimlerde bu betimlemeleri çokça gördük ve inceledik. Bir "Hayat Ağacı" figürü işlenmiş ve bunun kutsallığı da çok bellidir.

Duaların tanrıya gitmesi için, ağacın altına hediyeler konuluyor; dallarına bantlar bağlanarak o yıl için tanrıdan dileklerde bulunuluyordu. İnanca göre tanrı bu dilekleri yerine getiriyordu.  Bu bayram için evler temizleniyor ve güzel giysiler giyiliyor; ağacın etrafında şarkılar söylenip oyunlar oynanıyordu (Yılbaşı eğlencesi). Yaşlılar, büyükbabalar ve nineler ziyaret ediliyor;  aileler bir araya gelerek kutlanırsa ömrün çoğalacağına, bayramın uğur getireceğine inanılıyordu.                                                        Akçam ağacı sadece Orta Asya'da yetişen bir ağaç olduğu için Filistinlilerin bu ağacı bilmelerine imkan yoktu. Bu nedenle yılbaşlarında ağaç süsleme adetinin Hıristiyanlara Türklerden geçtiği kabul ediliyor.  

Tüm dostlarıma yeni yılda sağlık, bereket ve huzur diliyorum. Mutlu yıllar!

Füsun Kankat