6 Temmuz 2014 Pazar

Hegel 'de Toplum

HEGEL'de  TOPLUM

Durkheim'ın en çok etkilendiği düşünür olarak Hegel 1770 doğumludur ve dolayısıyla dahi besteci Ludwig van Beethoven'ın çağdaşıdır.  Beethoven'la birlikte o dönemin ünlü entellektüelleri , örneğin Goethe, Schiller, Shopenhauer ve yazar olan anne Schopenhauer gibi  Alman entelejansiyası ile aynı sofrayı paylaşıyorlar ve Aydınlanma döneminin en parlak düşünsel zeminini oluşturuyorlardı.

Hegel  1831'de öldüğünde Berlin Üniversitesi'nde profösördü.  Durkheim'ın görüşlerini anımsatan toplum felsefesinden bahsetmek gerekirse, toplum felsefesi derken esasen onun ünlü "Ruh Felsefesi" olarak ele aldığı 1807'de yayımlanan "Ruhun Fenomenolojisi" adlı eserinde :

1. Subjektif ruh veya birey                                                                                                                                                 İnsan özü bakımından, ruh, yani bilinç ve özgürlüktür. Fakat tabiatın elinden çıktığı vakit, o henüz ve ancak prensip bakımından böyledir. Ruh da, tabiat gibi, gelişme kanununa tabidir. Bilinç ve özgürlük ne bireyin beşiğinde, ne türün başlangıcında vardır; bunlar, en yüksek anlamıyla tarih denilen evrimin meyvasıdır.                                                                                                                                                                     Birey, tabiat halinde, kör içgüdünün, kaba tutkuların ve hayvani hayatın ayırt edici özelliği olan egoizmin egemenliği altındadır. Fakat aklı geliştikçe, başkalarının kendi benzerleri olduğunu anlıyor; aklın, özgürlüğün, ruhluluğun yalnız kendi ayrıcalığı değil fakat herkesin ortak malı olduğuna kanaat getiriyor. Bu andan başlayarak bunların tekelini yalnız kendisi için istemekten vazgeçiyor. Hemcinsinin özgürlüğe sahip oluşu, kendi özgürlüğünün kanunu, freni, sınırı haline geliyor. Bireyden üstün olan bu kudret karşısında eğilmekle, subjektif ruh, yerini objektif ruha bırakıyor. Şimdi, objektif ruha gelelim:

2. Objektif ruh veya toplum                                                                                                                                           Tabiat halinde kör bir kuvvet, türün yayılması içgüdüsü, intikam içgüdüsü şeklinde görünen şey, var olmakta devam ediyor; ama şekil değiştiriyor: Bu artık evlenmedir, kanuni kovuşturmadır, kanunun düzen ve disiplin altına koyduğu ve asilleştirdiği içgüdüdür.

Objektif ruh ilk önce, herkes için tanınan ve güvence altına alınmış özgürlük olan hak şeklinde kendini gösteriyor. Özgür tanınan birey, bir şahıstır. Şahsiyet mülkiyetle gerçekleşiyor ve kendini belli ediyor. Her kanuni şahıs, özgür faaliyeti sonucunda , mal sahibi olmak ve şu halde mülkiyetinden vazgeçmek hakkına sahiptir.  Bu vazgeçme, mukavele şeklinde olur. Mukavele, tohum halinde Devlettir.

Hukuk, ancak bireyin,  genel  veya kanuni irade ile ( Objektif ruh ) çatışma haline girdiği zaman olanca gücüyle kendini gösterir.                                                                                                                                                          Bireyin iradesiyle kanuni irade arasındaki çatışma, suçu (injuria, yani haksız fiil, hukukun inkarı) doğurur. Fakat birey tarafından inkar edilmiş olmakla, hukuk, hukuk olmaktan, herkesin iradesi olmaktan çıkmaz.  O, bir an için sıkıştırılmış bir zemberek iken,  c e z a  şeklinde yeniden genişler.   Adaletsizlik, suç, cürüm böylece adaletin kudretini meydana çıkarmaya ve aklın ve hukukun, bireyin arzusundan üstün olduğunu göstermeye yarar. Kanunun uyguladığı cezalandırma, bir ceza, bir düzeltme değil, haklı bir karşılıktır. Bu bir araç değil, bir amaçtır.Bu hak olduğunu gösteren hak, adalet olduğunu gösteren adalettir ve ceza çeken, onun şan ve şöhretinin istemeyerek bir aleti olur. Ölüm cezası doğrudur ve muhafaza edilmesi gerekir. Kabahatliyi ıslah etmek için onu öldürmek sanki güzel çareymiş gibi. Zamanımızda çok sık rastlanan bu itiraz, Hegel'e göre,  kanuni öç alma hakkında yanlış bir fikre dayanmaktadır; bunun amacı bireyin ıslahı değil, tecavüze uğrayan prensibin resmi ve aleni şekilde onaylanmasıdır. İtirazın doğru olan yanı, hukuki görüşün tek taraflı, tekelci olmasıdır.                   Gerçekten hukuk, ancak kanuna ve onun yerine getirilmesine bakar; kanuni fiilin iç nedeniyle ilgilenmez. Oysa birey, her noktada kanunun emirlerine uymuş olabilir; genel irade kendi iradesi ve fiillerinin hakiki nedeni olmadığı halde, dış hayatında tamamıyla namuslu kalabilir.Şu halde hukuk ve kanun alanında, görünür bir uygunluk altında,sübjektif ruhla objektif ruh arasında  gizli, ama çok gerçek bir antagonizma vardır.

Bu antagonizmanın kaybolması, hukuk, adalet denilen bu kişisel olmayan iradenin, bireyin kişisel iradesi, onun ahlaki fiillerinin iç kanunu haline gelmesi, kanunluluğun  a h l a k l ı l ı k  olması, veya Hegel'in diliyle söylemek gerekirse, objektif ruhun yeniden süje olması gerekir.

Ahlaklılık kalbin kanunluluğu,  bireyin iradesiyle aynı olan kanundur.  Ahlaki alanda kanun;  a h l a k i  kanun, v i c d a n ,  i y i l i k  f i k r i  haline gelir. Ahlak yalnız fiil olarak fiili değil, fakat onu yaptıran niyeti de araştırır. Kanuni düzen, vicdana kadar gitmeden hayatın maddi çıkarlarını düzen altına alıyorsa, eğer iradeye,  maddi çıkardan daha yüksek bir gaye göstermeden, belli bir örneğe göre şekil veriyorsa, buna karşılık ahlak daha yükseğe varmak ister: o, yararlı'yı iyi'ye tabi kılar.                              

Ahlaklılık, bireysel iradeleri fikrin ortak hizmetinde birleştirmek amacını güden birtakım kurumlarda gerçekleşir.                                                                                                                                                                         Temel ahlaki kurum, bütün diğerlerinin temeli, e v l e n m e ' dir,  aile'dir. Sivil toplum ve devlet  onun üzerine kurulur. Devlet, aile olmaksızın var olamayacağından , bundan evlenmenin kutsal bir ödev olduğu ve ilk ve esas  temel olarak, ödev bilincine ve akla dayanması gerektiği sonucu çıkar. O, ancak toplum ve devlet için yapıldığı zaman ahlaki bir fiildir. Başka herhangi bir şekilde hemen hemen nikahsız birleşmenin aynıdır. Boşanma sorunu da gene bu bakımdan çözülmelidir. Eğer evlenme birleşmesi, yalnızca duygu sorunu olsaydı, ancak o zaman boşanma haklı olabilirdi. Akli ahlak, prensip bakımından bunu mahkum ediyor ve uygulamada , ancak kanunun belirlediği müstesna hallerde buna izin veriyor.  Evlenmenin kutsallığı ve şerefi, fuhuş ve bireysel egoizm, çöküşün şaşmaz bir nednidir.                

Aileden doğan sivil toplum, henüz devlet değildir.  Onun amacı bireysel çıkarları korumaktır.Sivil toplumla devletin birbirine karıştığı küçük ülkelerde hakim olan ve birlikçi büyük devletlerin meydana gelmesiyle ortadan kalkan partikülarizm buradan geliyor. Devlet yalnızca bireylerin iyiliğini değil , fakat uğrunda özel çıkarları feda etmekten çekinmediği  İde'nin gerçekleşmesine çalışmasıyla , sivil toplumdan ayrılır. Komünde ön planda gelen egoizm ve partikülarizm, kendilerini dengeleyen gücü ve cezalarını bulurlar.  Devlet, İde'nin (fikrin), evrenselin, Objektif ruh'un egemenliğidir; ailenin ve sivil toplumun, ancak gerçekleşmesine vasıta oldukları  gayedir.

C u m h u r i y e t,  Hegel'e göre, hükümet şekillerinin en mükemmeli değildir. O, son tahlilde, sivil toplumla devletin birbirine karıştırılmasına dayandığından, bireyin önemini ve rolünü haksız yere büyütür. İde'yi , bireye, aileye ve sınıfa feda etmiş oldukları içindir ki , Eskiçağın cumhuriyetleri sonunda diktatörlüğe dönmüşlerdir. Yunanlılarda  istibdat, Roma'da mutlakiyet, ister demokratik ,    ister aristokratik olsun, cumhuriyet şekline ait temel kusurun, bizzat egemen akıl tarafından verilen mahkumiyet kararıdır.

Normal siyasi şekil  monarşi'dir; bir şahıstan ibaret bir şefin özgür ve egemen etkisi altındadır ki , ulusal fikir tam ifadesini bulur. Eğer devletin kudretini, siyasi geleneklerini, gerçekleştirmeye namzet olduğu fikri (İde'yi) elinde tutan bir hükümdarda  şahıslaşmazsa, devlet, bir soyutlamadan başka bir şey değildir.  Hükümdar insan haline gelmiş devlettir, bilinçli akıl haline gelen gayrışahsi akıldır, şahsi irade haline gelen genel iradedir. Filozofumuza göre, 14.Louis'nin sözünün doğru tarafı budur: Devlet benim.

Hegel, siyasi libelarizmi reddediyorsa da , buna karşılık milli liberalizme ve milletler prensibine taraftardır. Sivil toplumun faydacı görüş açısı bakımından , çok gerektiğinde, homojen olmayan unsurlar arasında birlik veya konfederasyon kurulabilir.  İsviçre, bunun bir örneğidir. Fakat devlet demek milliyet demektir ve milliyet demek , dil, din, adet, fikir birliği demektir. Bütün bu bakımlardan,  kendininkinden  başka bir milliyeti kendi içine alan ve onun isteğine rağmen, onu nefret edilen bir boyunduruk altında tutan devlet, tabiata karşı bir suikast işliyor demektir ki, bu halde, ama yalnız bu halde, muhalefet, hatta isyan, meşru bir şeydir. Siyasi birlik halinde yaşamak için, fikirlerde ortaklık bulunmalıdır. Bununla beraber, burada bir ayrım yapmak gerekir. İlhak ancak ilhak edilen kavim, yenenin temsil ettiği fikir (İde) kadar büyük, feyizli ve yaşamaya yetenekli bir fikri temsil ettiği zaman , baş kaldırmayı meşru kılan bir cinayettir. Öyle milletler vardır ki bunlar artık hiç bir fikri temsil etmediklerinden ve varlık nedenlerini kaybettiklerinden, ölmeye mahkumdurlar.                                              Fransa'da Breton milliyeti ve Pireneler'in iki tarafındaki Bask milliyeti  bu türdendir.

Aksi görünüşlere rağmen, sonunda  daima üstün gelen , daha güçlü olan milliyettir, daha çok yaşamaya yetenekli fikri  (İde'yi) temsil eden devlettir. 

Tarih geçmişin devletleriyle geleceğinkiler arasında aralıksız bir savaştan ibarettir.Bu mağlubiyetler ve bu galibiyetler süresince, devlet fikri yavaş yavaş gerçekleşir.  Tarihi devletler, bu fikrin büründüğü ve zaman onları yıpratır yıpratmaz , yeni şekillere bürünmek üzere fırlatıp attığı geçici elbiselerdir.                  Mutlak, özel bir varlıkla sınırlı kalmayıp daima bütünde bulunduğundan, ideal devletin şurada veya burada olduğu söylenemez. İdeal  Devlet her yerdedir,  çünkü o, tarihi devletlerde gerçekleşme yoluna girer; hiç bir yerde değildir, çünkü ideal olmak dolayısıyla, geleceğin çözümleyeceği bir problemdir.

Tarih, siyasi problemin gittikçe ilerleyen çözümüdür...  Her kavim, ideal devletin kurulmasına  kendi taşını getirip koyar; ama her kavmin, kendisini  İde'yle tezat haline koyan ve erken veya geç yıkılmasına neden olan ilk günahı da vardır. Her biri idealin bazı taraflarının temsil eder, hiçbiri onu bütünlüğünde gerçekleştirmez, şu halde hiçbiri ölmez değildir. 

Birbiri ardınca daha güçlü bir rakip tarafından yutulan mantıki kavramlar gibi ve aynı kanun dolayısıyla,  milletler sıra ile ortadan kalkarlar ve ellerinde bulundurmuş oldukları siyasi İde'yi, ocağı oldukları uygarlığı, daha gelişmiş ve daha büyümüş olarak birbirlerine devrederler.

Uygarlığın bir kavimden diğerine bu geçişi, tarihin d i y a l e k ti ğ i 'n i  oluşturur. Bu deyimin HEGEL'de hiçbir mecazi yanı yoktur. Başında sıfat bulunmayan mantık veya diyalektik, aklın bireysel düşüncedeki evrimidir;  tarihin diyalektiği, bu aynı aklın dünya sahnesindeki gelişmesidir.                         Farklı çevrelerde, ama aynı kanuna göre açılıp gelişen , aynı prensiptir. Saf mantıkta, daha kapsamlı ve somut fikirlerde devam etmek üzere, düşüncenin sahnesinde sıra ile görünen ve kaybolan soyut fikirlerdi. Tabiatın mantığında, fizik yaratışların ideal tipini artan bir mükemmellikle gerçekleştirerek, yükselen bir şekiller dizisinde birbirini izleyen  kitle haline gelmiş fikirler, maddi organizmalar söz konusuydu.  Tarihin mantığında, kavimlerde cisimleşen göze görünmeden insan mukadderatının  kumaşını dokuyan,  gene fikirlerdir. Fikirler, ister filozofun zeki bakışı altında cereyan etsinler, ister cisimler şeklinde birbirlerini izlesinler veya  tarihi milletlerde cisimleşsinler, daima aynıdırlar ve onların art arda geliş sıraları değişmez. ---"Akıl , hareket halinde bir mantık olan tarihin bizzat özüdür."---  Sığ görüşlü tarihçiye göre, doğan, gelişen ve mahvolan imparatorluklardır, savaşan kavimlerdir, birbirlerini yok eden ordulardır; ama bu milletlerin ve orduların arkasında , onların temsil ettikleri prensipler vardır; siperlerin ve bataryaların arkasında birbirleriyle savaşan fikirler yer alır...         

Ölüm cezası için söylenen , savaş için de söylenebilir;  bu  da şeklini değiştirecektir. Daha bugünden, askerlik sanatı ve uygarlık, onun barbarca hallerini değiştirmek üzere birleşiyorlar.  Ama insanileşmiş ve değişmiş olarak o, siyasi ilerlemenin araçlarından biri olarak kalmakta devam edecektir.  Onu hakiki şekliyle göz önünde bulundurmak ve onda , artık bir hükümdar arzusunun geçici tatmini değil,   fakat fikrin (İde'nin )  gelişmesinde önüne geçilemez bir kriz görmek, zamanımıza ait bir şereftir.

Hakiki,  meşru, zorunlu savaş, fikirler için savaştır,  19.yüzyılın yapmasını öğrendiği gibi aklın hizmetinde yapılan savaştır.  Bu, Eskiçağın ve Ortaçağın, fikirleri için savaşmamış oldukları  anlamına gelmez;  ama bu çağlar, savaşın ahlaki özünün bilincine henüz varamamışlardır.  Eskiden fikirler kör kuvvetler gibi birbirleriyle çarpışıyorlardı. Yeniçağ insanlığı, kanını uğrunda akıttığı davanın bilincine sahiptir.  Evvelce savaşan ihtiraslardı, bugün prensiplerdir.

Yenen devlet daha hakiki, ideal devlete daha yakın ,  bir kelime ile yenilen devletten daha iyidir. Onun galibiyeti bunun bir kanıtıdır; bu, yenilenlerin temsil ettikleri prensibin mahkum olmasıdır, Tanrı'nın kararıdır.  Bu şekilde anlaşılınca tarih, dünyevi olan hiç bir şeyin kendisinden kurtulamayacağı ezeli ve ebedi  hiddet günü gibi  sonlu, dar, eksik her şeyi, önüne geçilemez bir biçimde mahkum eden bir tanrısal cezalandırmalar dizisi şeklinde görünür.                                                                                                      Her devirde, evrensel ruhun, ötekilere oranla kendisinde daha tam olarak cisimleştiği ve evrensel uygarlığın başında yürüyen bir kavim vardır.  Böylece tarihin Tanrı'sı sıra ile Mısırlılar'ı, Asurlular'ı, Yunanlılar'ı,  Romalılar'ı, Fransızlar'ı  "seçti".  Mabedi tarih olan sonsuz  Ruh'un etrafında toplanmış olan milli ruhlar, sıra ile onun imtiyazlı organları olurlar; tıpkı büyük meleklerin  ezeli ve ebedi  Varlık'ın tahtını kuşatmaları gibi.

Her evrimin üç safhası olan var olmak, yayılmak, toplanmak, tarihin üç büyük devrinde de görülmektedir.

Doğu Monarşilerinde,  hükümdarda şahıslaşan devlet, ferdi yok edecek derecede  ona hakimdir.  Okyanus,  yüzeyinde oynaşan dalgaları düşünür mü?

Yunan devletlerinde, siyasi hayat ve bunun feyizli savaşları,  Asya hareketsizliğinin yerine ; cumhuriyet, mutlak monarşinin yerine geçiyor. Artık burada bireyler, devlet cevheri'nin , kendilerine muhtaç olmadığı basit tavırlar değil, ancak kendileri için var olan bir bütünün tamamlayıcı parçalarıdır;  dolayısıyla onlar önemlerinin ve devletin  kendi yardımlarına olan ihtiyacının duygusuna sahiptirler.  Bireysel unsurla Devlet arasındaki denge devam ettiği sürece,  klasik cumhuriyetler yerlerinde dururlar.                                                                                                                                                           Demagoji rejimi, bireysel tutkunun egoist görüşlerini milli menfaat yerine koyduğu anda , tehlikeye düşerler.  İstibdat reaksiyonu ile, asi birey zorla itaata  sürüklenmiş , üzerinde oturulabilen toprak fethedilmiş, en karşıt milliyetler aynı kalıba sokulmuş ve hareketsiz ve güçsüz bir kitle haline getirilmiştir.

Devletle birey arasındaki  denge,  Hristiyan ve Parlementer monarşide yeniden kuruluyor.  Bunun en tam örneğini, HEGEL, İngiliz anayasasında  bulmaktadır.

Eklemek gerekir ki ,  burada Hegel'i çeken şey, parlemantarizmden çok , İngiliz anayasasının temelinde olan muhafazakarlıktır.

 

 

1 Temmuz 2014 Salı

Kötülük Sorunu

KÖTÜLÜK  SORUNU

Kötülük sorunu başlığı altında irdelenen konu, genelde Tanrı ve insan olarak ele alınıyor ve büyük felaketlerin neden insanları kıyıma uğrattığı üzerinde geçmişten günümüze örnekler verilerek "Rahman ve Rahim" olan Kadir-i Mutlak olan Tanrı iyiyi temsil eder. O halde kötülük neden vardır?... gibi soruların cevaplarını St. Augustine'den başlayıp Kant'ın düşünclerinden alıntılar yaparak Voltaire'e kadar  gelip,  bütün bir düşünce tarihinden esinlenerek Tanrı varsa, bunca kötülük niye? ekseninde tartışıldığını okuyorum ve dinliyorum. Büyük depremler, tsunamilerden filan örnekler veriliyor bu argümanlarda.

Kötülük sorununun merkezine insanı koymak gerekir;  insanın insana yaptığı düşünsel ve edimsel  kötülüktür esas irdelenmesi gereken.  Savaşlarda insanın insana değil, insanların insanlara uyguladıkları düşünsel ve edimsel makro kötülükler düşünülecek olursa ; Hristiyan bakış açısıyla söyleyecek olursak "Baba Tanrı" çocuklarına birbirinizi vurun ve birbirinizin topraklarını gasp edin!... diye emir veriyor yani. Burada devletlerin özgür iradeleri ve siyasi kararları Allah'ın emri oluyor. Nitekim İlk Çağ'da Krallar Tanrısal yetki ile kutsanmış devlet başkanları idi ve bu çağlar boyunca değişik şekillerde ama özde aynı kalarak devam etti.

İnsan bir diğeri için neden kötülük düşünür? Kendi çıkarı için mi, Rekabet mi? Kıskançlık ve ego nedeniyle mi?  Kötü olan nadim olur mu? Nedamet-pişmanlık olabilir mi? Her kötü vicdan cezası çeker mi?  "Nadim olacak bir kişi zaten kötülük yapmaz"--diyebilir miyiz?  

Kötülük, bir kırılma noktasında veya zorlu bir dönemeçte kendimizi korumaya almak amacıyla yapmak zorunda olduğumuz bir eylem ise ve insan hayatında bir kere veya iki kere olduğunu farz edelim; fakat süreklilik gösteren, her defasında kişiye zafer kazanmışlık duygusu veren bir patolojik kötülük eğilimi var ise işte o zaman kötülüğe maruz kalan taraf kayıtsız kalıp "kötü" nün mahçup olacağını, nadim olacağını bekleyebilir mi?

"Göze göz, dişe diş, kana kan" devamlı mücadele etmek için düşünce gücü ve enerji mi harcamalıyız?

Kötüler enerjilerini devamlı negatif düşünce ve eylemlere harcarlar.  İyi ruhlar için bu o kadar zavallı bir durumdur ki akıl alacak gibi değildir ve sonunda kötülük yapan kişinin utandığına, vicdanen rahatsız olduğuna filan hükmedilir. Oysa her zaman ve hatta çoğunlukla bu doğru değildir. Görünüşte dingin ve iyi bir halde olan "Kötü", belki bir dinlenme molasında olup bir başka kötülük projesi için şarj durumundadır...

Kötü değişmez, tıpkı birtakım huyların yaş aldıkça tırmanışa geçmesi gibi. Kötünün farkında olmadan yaptığı bir iyilik varsa o da, iyi kişiye kazandırdığı tecrübelerdir. Psikoloji ve kötülük sorunu üzerine bir eğitim programı oluşturmaktan başka bir işe yaramazlar.

"Kış Uykusu" filminde vurgulanan "acaba kötülük karşısında hiç bir tepki vermezsek, kötü vazgeçer mi veya kendini kötü hisseder mi?" Bu bir iyilik, bozulmama, yozlaşmama, iyi ruhu koruma, asaletinden ödün vermeme hali midir? Yoksa pasif direniş midir? Ya da yetersizlik ve güçsüzlük müdür?......

İnsanın insana, devletin devlete (insanların insanlara) yaptığı bunca kötülük varken tutup Tanrı'nın kötülüklerinden veya neden kötülüklere karşı  insanları korumadığından söz etmek, Tanrı'nın varlığına inandığı gibi insanı reddeden bir nihilist tartışmadan öteye gidemez.

"Kış Uykusu" yer yer fonda duyulan Schubert'in piyano sonatı eşliğinde seyredeni filmin içine alıp oradaki hayatı yaşatan ve kasabanın durağanlığını insanın iliklerine kadar işleten sıradışı bir yapıt.

Yoksulluk-Zenginlik, Aşk-Alışkanlık, Durağanlık-Maceraperestlik, Gurur-Pişkinlik, Mutsuzluk-Pişmanlık,                İntellektüel uğraş-Can sıkıntısı gibi  kavramları ince ince rokoko gibi işleyen uzunca bir yaşam kesiti.    Çekimler ayrıca fedakarlık isteyen kamera çalışmalarını da içeriyor.

Sıcak yaz aylarında klimalı salonlarda özellikle kar temalı film seyretmeyi seven biri olarak ben şahsen  Nuri Bilge Ceylan'a teşekkür ediyorum. Zaten o "Altın Palmiye" ile en büyük teşekkürü aldı.                   Yaz sıcağında "Kış Uykusu", müthiş doğrusu!...

Füsun Kankat